Mudanya Yolu’nun, Merinos ve Stadyum caddeleriyle kesiştiği kavşakta rastlıyorum ona.
İkimiz de aynı yokuşa doğru yol alıyoruz: Stadyuma yukarı.
Orada, kavşakta bir yol inşaatı var ve o inşaat için konuşlanan bir vinç. Vinç, gökyüzünü ısırmış da, dişlerini onun mavi etinden çıkarmamış alçak bir canavar izlenimi veriyor.
Karmakarışık trafiğin ortasından yolun karşısına doğru geçerken, ikimiz de, bir yandan sağ ve sol taraflardaki arabalara, bir yandan da kafamızı kaldırıp, havaya bakıyoruz.
Ben şunun için bakıyorum havaya: Duruşuyla, oradan oraya çok kolay hareket edişiyle, yeri ve göğü istila edişiyle, bu insan ve canlı düşmanı vinç başıma yıkılıp kalmasın diye…
Onun havaya bakışıysa daha farklı bir sebebe bağlı olmalı… Sanırım ki derdi havadır: Bakalım biraz hava hareketlenmesi olur da, rüzgâr eser de, bayraklarım dalgalanır da, satışlarıma katkı sağlar mı, diye…
Bakışlarımız havadan aşağıya doğru indiği an, bir an, göz göze geliyoruz.
Fakat tınmıyoruz birbirimize. Usanç ve bitkinliğin, bizi bizden alıkoymuş olduğu bir zaman dilimini aynı anda yaşıyor olmalıyız.
Aynı yokuşa doğru yol alışımız sürüyor, yukarı, stadyuma yukarı…
O: İki eline aldığı plastik sopalara takılı irili ufaklı beyaz ay-yıldızlı kırmızı bayraklar. (Hayır, maça gitmiyor, yaşayabilmek için çırpınıyor!)
Bayrakların bir kısmını da pantolon kemerinin altına sıkıştırmış. (Bayraklarının bir kısmını, tabancalarının değil!)
Değneksiz bayraklar ise omzunda… (Omzundakilere dikkat! Apolet ya da mapolet değil!)
Ben: İflah olmaz bir melankoli denizi. Sırılsıklam med ve cezir. Türlü tereddüt seansları…
Sonra bir dinginlik. Ve soru: (Evet, soruyor, söze giriyorum!)
Hiç de zamanını beklemeden, birdenbire, diyorum:
– Nasıl gidiyor bayrak işleri?..
-Berbat!
-Meselâ ne kadar…?
-Sabahtan beri dolaşıyorum, iki tane…
-Zor iş değil mi?..
-Ne demek, iki bayrak parasıyla ev geçindiriyoruz. Çoluk çocuk, ekmek, yemek…
– Böyle yaşamak?..
-Lanet olsun… Lanet olsun… Lanet…
……
Böyle böyle, yılgınlıklardan ve yenilgilerden konuşarak, bir süre, çok kısa bir süre, aynı yokuşu birlikte tırmanıyoruz. Stadyuma yukarı…
Bir süre de, umutsuzluk ve mağlubiyetlerden doğan sessizlik kumaşı üzerinde iz sürüyoruz, stadyuma yukarı…
Sonra, şehrin keşmekeş sokaklarında dolaşan iki perişanlık sureti olarak, elveda sözlerini söylüyor, bir kavşakta ayrılıyoruz.
Artık yalnızlık anaforu var benim için. Bir oraya bir buraya varıp gelen düşünce dalgalanmaları var. Duygudan duyguya, heyecandan heyecana, maceradan maceraya, akışkan esriklikler…
…….
Kısa bir kesit, bir İç Anadolu yazından: “Ya sev, ya terket!” nidalarının yoğun söylendiği her zamanlardan bir zamandır. İbrahim, Hakkı ve ben, arabasında İbrahim’in, Uçhisar’dan beriye, seyrederken asfalt üzre, deyiveriyorum ki, arkadaşlar, geçelim, öteye gidelim bu bayraklardan!.. Hepsi hikâye!… Aman aman, sen misin bunu diyen, az kalsın uçurumdan, bizi uçuruyordu İbrahim!.. Hakkı da az vermiyordu ağzımızın hakkını!
…….
Bir başka zaman… Cumhuriyet ve İç Anadolu’ya ait kırık dökük bir kale: İbrahim, çavuşluktan çıkmıştır bu arada, haklısın azizim, diyordu, yani haklıydın mîrim…
…….
Fırtına sürüp giderken, kendimi bulduğum Fomara Meydanı’nda, ne o, yine karşı karşıya geliyoruz biraz önceki yokuş yol arkadaşımla.
Şöyle bir baktım, görünüşe göre, bayrakçının hâli, hâlâ haraptı…
Yani bayraklar henüz bir iş gerçekleştirememişti ve dahi gerçekleştirecek gibi de değildi…