Öykümüzün kilometre taşlarından biridir Sadık Yalsızuçanlar. Upuzun bir bakış, güçlü bir kavrayışla insanın insansı hallerini yoğun bir duygu sağanağıyla anlatır onun metinleri. Şehirleri Süsleyen Yolcu’yla başlayan uzun bir yolculuktur onunkisi. Bu söyleşimizde öykücülüğümüzün usta kalemi Sadık Yalsızuçanlar’ın hikâye serüvenini konuştuk.
Konuşturan: Yunus Nadir Eraslan
“Şehirleri Süsleyen Yolcu”dan bu yana edebiyatın çeşitli türlerinde (eleştiri, sinema kuramı, biyografi, gezi yazıları, deneme…) eserler vermenize karşın öykü türünden hiç vazgeçmediniz. Öykünün –hikâyenin mi demeliyim?- sizi cezbeden bir tarafı olmalı. İlk soruma ‘öykünün’ sizdeki karşılığını sorarak başlamak isterim.
Doğru…İlk kitabım, Şehirleri Süsleyen Yolcu’dan bu yana, benim yazı serüvenim böyle gelişti. Gerçi ilk kitabım, sınırlı çerçevede bir şiir seçkisi idi. Adı, “Yeni Şiir Antolojisi” idi. Çoğunu tanıdığım genç şairlerin şiirlerinden gönlümce bir seçme yapmıştım. Üniversitede okuduğum yıllardı. Sonradan kitap yayımlanmadı. Bir baskı yaptı sadece. Şehirleri Süsleyen Yolcu ise, sağolsun D. Mehmed Doğan ve Necmeddin Turinay ağbilerin desteğiyle, Birlik Yayınları’nca yayımlanmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam, 1986-87 yılı aralığıydı., TYB’nin yılın hikâyecisi ödülüne layık görülmüştü. O zamanlar, Sivas-Ulaş’ta Türkçe-Edebiyat öğretmeni idim. Zor günlerdi. Yüksek lisansı bırakıp İstanbul’a gitmiş, bir yayınevinde bir yıl süren tatsız bir deneyimden sonra, Millî Eğitim Bakanlığı’na başvurmuş, öğretmen olarak tayin olduğum Ulaş’a gelmiştim. Kışı şiddetli, o zamanki şartlar içinde, ulaşım sorunları olan, iki bini aşkın nüfusu bulunan, Alevî dostlarımızın çoğunlukta olduğu bir yerdi. İki bakkal, üç kıraathane, bir terzi, bir ayakkabı tamircisi, bir berber dükkanından oluşan bir çarşısı vardı. Kerpiç duvarlı, toprak damlı bir evde bir müddet kaldım. Evin suyu yoktu, çeşmeden taşıyordum suyu. Kışın, kilerde tuttuğum su bidonları donmuştu, hiç unutmuyorum. Mahmut Makal’ın Bizim Köy’ünü ilk okuduğumda, anlatılanların gerçek olmadıklarını düşünmüştüm. Ulaş’a geldiğimde, Makal’ın anlattıklarının ne kadar gerçek olduğunu fark ettim. Burada, nasıl derler, acı-tatlı çok güzel günler geçirdim. O sıra, D. Mehmed Doğan ağbi de dahil, birçok dostla mektuplaşıyorduk. O’nun yazdığı bir mektupta, “taşra aydınların cehennemidir” dediğini hatırlıyorum. Kendimi, “aydın” olarak görmüyordum ama taşranın bazı bakımlardan gerçekten de bir cehennem olduğunu söyleyebilirim. Gerçi burada, Yakaza adlı ilk romanımın notlarını aldım, bazı bölümlerini yazdım. İkinci öykü kitabım, Gerçeği İnciten Papağan’ın bazı öykülerini de burada yazdım. Sonra TRT günleri başladı. İzmir’e, TRT Bölge Müdürlüğü’ne, yardımcı Prodüktör olarak tâyin edildim. Ulaş’ı özlemeğe başladığımı hatırlıyorum. İzmir’de, Mavi Kanatlı Bir Kuş adındaki ilk masal kitabımı yazdım. Kelile ve Dimne’nin çizgi film senaryosunu kaleme aldım. Kitaptaki mesel/masalları çocuklar için yeniden yazdım. Ve Yakaza’nın çoğu bölümlerini burada yazdım. Sonra Ankara günleri başladı…Dönüp dolaşıp kürkçü dükkânına tekrar dönmüştüm. Ankara’da okuyanlar, genellikle bu şehirde yaşamayı severler. Bende de böyle oldu. Hâlen Ankara’da yaşıyorum. Kısa süreli ayrılıklar oldu. Bir müddet tekrar İstanbul’da yaşadım. Sayısız seyahatler yaptım. Hâlâ da yapıyorum. Ama Ankara’ya dönmeyi, burada yaşamayı seviyorum.
Bütün bu macera içinde, belirttiğin gibi, deneme, araştırma, öykü, roman, masal yazdım. Farklı alanlarda, türlerde ve konularda gezindim. Ama hep dönüp dönüp öyküye geldim. Kendimi daha çok öykü yazmak isterken buldum. Bunun birkaç nedeni olabilir, diye düşünüyorum : Emin değilim ama birincisi, annemin ve anneannemin etkisi. İkisi de çok güzel anlatırdı, çok güzel konuşurdu. Annem en basit bir olayı/konuyu bile öykü tadında anlatırdı. Anneannem de öyleydi. Sanırım anneme bu özellik, ondan geçmiş. Tabi anneannemin de annemin de anlattığı masalların da etkisi vardır. İkinci ve belki daha etkin bir neden, babamın sinema işletmesi ve dolayısıyla beş-altı yaşımdan itibaren film seyretmem. Lise birinci sınıfa değin sürdü bu. Babamın işlettiği kışlık/yazlık sinemalarda yüzlerce film seyrettim. Film, biliyorsun, görsel dille öykü anlatmaktır. Beyazperdeden yansıyan bu öykülerin de benim öykücü olmamda, öykü yazmamda, öyküde ısrarcı olmamda etkisi vardır. Bir başka neden, özellikle ortaokuldaki Türkçe öğretmenim Turan Gültekin. Müthiş bir öğretmendi. Sıkı bir solcuydu. Namuslu bir adamdı. Son derece yetenekli, zeki ve dürüst biri. Ömer Seyfeddin’i, Sabahattin Ali’yi, Sait Fâik’i, Oktay Akbal’ı, daha pek çok yazarı O’nunla tanıdım. Bize sürekli kitap okuturdu. Bizimle yaştaşmış gibi, arkadaşça davranır, dostluk ederdi. O’nda nezaketi, saygıyı, edebi, edebiyatı, özgür düşünmeyi öğrendik. Bize öyküyü sevdirdi. Öykü kitaplarını sevdirdi. Bize okuma aşısı, edebiyat aşısı yaptı. Yanısıra, özellikle edebiyat fakültesinde okumağa başladığımdan itibaren, öykü kitaplarına, öykücülere ve öykülere ayrı bir ilgi duymamın, ayrıcalık vermemin, onları severek, tutkuyla okumamın da etkisi oldu diyebilirim. Bir başka neden ise, roman da yazmama rağmen, benim daha çok öykü sınırları içinde kendimi daha özgür, daha yalın, daha rahat ifade edebilmemdir.
Hiç şüphesiz çoğu romanlardan iyi biyografiler de çıkarılabiliyor; çok rastlanmasa da bu durum öyküde de var: Sözgelimi Ömer Seyfettin kimi öykülerinde kendi çocukluğundan anılarından bahseder. Sizin öykülerinizde de bu var. Anıların, geçmişin, hikâyeye kattıklarını konuşmak isterim.
Bu konu öteden beri tartışılır, yazılıp çizilir, konuşulur. Yazar, yaşadıklarından ne kadar beslenir, esinlenir, onları ne ölçüde yazdıklarına yansıtır? Bende, yaşadıklarımdan esinlenme, onları yansıtma, konu ve “malzeme” olarak kullanma ileri boyutta. Bunu da sonradan fark ettim diyebilirim. Yazdıkça, öykülerim çoğaldıkça farkına vardım. İlk yazdığım öykü, Ana başlığını taşıyordu. Üniversitenin hazırlık sınıfındaydım. 1979 kışının ilk karı yağıyordu. Hacettepe Üniversitesi’nin merkez binasının giriş kapısında tatsız bir olaya tanık oldum. Taşralı bir öğrenci, annesini aşağılıyordu. Kadıncağız çaresiz bir halde kıvranıyordu. Bu öykümden itibaren, genellikle ya yaşadığım veya gözlediğim olayları yazdığımı söyleyebilirim. Şehirleri Süsleyen Yolcu’daki öykülerde kısmen kendi deneyimlerim veya gözlemlerim yer aldıysa da, sonradan aşırı biçimde soyut bir dile yöneldim. Mecazlar, metaforlar, imgeler kullandım. Metafiziksel bir imaj dünyası giderek öykü dünyama egemen oldu.
Yazarlar, genellikle yaşadıklarını, gözlediklerini, dinlediklerini, düşlediklerini yazarlar ama onları aynen kullanmaz, değiştirir, dönüştürür, zenginleştirir, yeni bir deneyim olarak kurgularlar. Hiç yaşamadığı, gözlemediği şeyleri de yazarlar. Bunlar, yetenekli yazarların kaleminde öyle bir hale dönüşür ki, okur, gerçekten daha gerçekmiş gibi algılar. Yazarın, yaşadıklarıyla yazıları arasındaki ilişkisi son derece karmaşıktır. Ne var ki, ilk metinler genellikle özyaşamöyküseldir. Hele ilk romanlar. Bunun kural bozamayan istisnaları çoktur. Ama genellikle yazarların ilk roman, anlatı veya öyküleri kendi yaşamlarından gelir. Benim gerek öykülerimde gerekse romanlarımda yaşadıklarım, özellikle de çocukluk anılarım, ilkgençlik yıllarımda içinde yaşadığım çevrenin malzemesi çok yansıdı. Rüya Sineması adıyla kitaplaşan yazılarımda da böyle oldu. Hatta kitap çocukluğumda seyrettiğim filmlerden, babamın işlettiği sinemalardan, babamın sinemayla, film dünyasıyla tutkulu ilişkisinden doğdu diyebilirim. Kitap, kuramsal bir hazırlık çalışmasıydı, öyküsel bir dille yazıldı; malzeme tümüyle çocukluğumdan geliyordu. Sonradan okuduğum kuramsal kitaplar sadece daha sistematik bir çerçeve oluşmasını sağladı.
İzleyen yıllarda kişi eksenli romanlar yazdım. İbn Arabi’nin hayatını konu edinen Gezgin böyleydi. Yine Niyazî Mısrî’yi anlatan Anka da… Cam Ve Elmas’ta, Harakanî’nin hayatından izler vardı. Dem de öyleydi. Vefa Apartmanı, Tevfik İleri’nin yaşamıydı. Fakat bunları, konu edinilen kişilerin biyografik romanları gibi görmemek gerekiyor. Çünkü sadece tek kişiyi ve zamanı anlatmıyorlar. Başka kişiler, kişilikler, karakterler, zamanlar ve olaylarla iç içe bir kurgu söz konusu oldu. Cam Ve Elmas’ta, Kars’a, bir belgesel film çekimleri için giden, karısından boşanmakta olan, kızı ile ilişkisi sorunlu olan, bu yüzden acı çeken bir adamın öyküsü içinden Harakanî anlatılıyordu. Dem’de de öyleydi. Anka’da da, Vefa Apartmanı’nda da… Öykülerime hatta masallarıma da kendi hayatımdan malzemeler girdi, ama farklı bir kurguyla metinler belirdi. Örneğin ilk romanım Yakaza, büyük oranda otobiyografikti ama kurgulanmış, uydurulmuş, üretilmiş malzeme de çoktu. Zaten böyledir : Yaşam aynen anlatılmaz. Anlatılan daima yeni bir yaşamdır. Bir tasarımdır. Her defasında, her gözden, her bakıştan, her kalemden farklı belirir, farklı iletilir, farklı kurulur. Rüyalar gibi. Edebiyat, bize, hayatın rüya olduğunu en etkin biçimde anlatan bir dildir.
Anılar demişken gençlik yıllarınıza da bir uzanalım. Sizi ben sürekli okuyan, sürekli konuşan biri olarak tanımıştım. Okuma yelpazeniz de çok geniş; seksenlerde sizin yaptığınız okumalardan tuttuğunuz notların bir kısmı elime geçmişti. O yıllarda Köy Enstitüleriyle ilgili yoğun okumalar yapmışsınız mesela. Kemal Tahir’in ‘Bozkırdaki Çekirdek’ ine o notlardan ulaşmıştım. Not tutma alışkanlığı devam ediyor mu? Okumak bir eylem biçimi olarak sizde sanki serüven gibi; her okuma serüveninden sonra ya bir hikaye ya bir roman çıkıyor ortaya.
Çok doğru. Özellikle gençlik yıllarımda, özellikle de üniversite döneminde aşırı biçimde okudum. Deli gibi okuyordum. Elime ne geçerse. Zaten kaldığım evde, edebiyat öğrencisi dostlarım oldu. Ortak bir kitaplığımız oluştu. O kitaplıktaki her kitap mutlaka elimden geçti. Mahmut Kaplan hocamın katkılarını özellikle anmalıyım. Kitaplığımızın en nadide üyeleri ona aitti. Bize, sistematik bir okuma önerdi. Geleneksel edebiyatımızın, Divan, Halk ve Tekke-Tasavvuf ayrımı yapmadan en seçkin eserlerini okuttu. Mesnevî’yi mesela hazırlık sınıfındayken okudum. Sonra Divan-ı Kebir’i, Fihimafih’i, Mecalis-i Seb’ayı ve rubaiyyâtı…Hz. Mevlânâ’yı aslından okulabilmek için Farsça kursuna gittim. O zamanlar İran Kültür’de sıkı bir kurs vardı. Ali Şeriati’yi, Mutahhari’yi o günlerde tanıdım. Sene, 1979. Yine hazırlıktayken, Osmanlıca öğrendim. Özellikle matbu kitapları rahatça okuyabiliyordum. Klasiklerimizi bu dönemde okudum. Batı klasiklerini de eşzamanlı olarak okuyordum. Bizim modern edebiyatımızı ise, bilinen ilk örneklerinden itibaren kronolojik sıra izleyerek, her yazarın bütün kitaplarını okumak suretiyle tanıdım. Mesela Namık Kemal. Ziya Paşa, Halit Ziya, Hüseyin Rahmi, Halide Edip gibi yazarların bütün kitaplarını okuyordum. Tanpınar’ı keşfettim. Oğuz Atay’ı, Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u, Mavera ve Edebiyat Dergisi grubunun kitaplarını bu dönemde okumağa başladım. Okurken, belirttiğin gibi notlar alıyordum. Ya ilgi duyduğum konulara göre fişliyordum veya bir yazarın belirli bir kitabından notlar alıyordum. Bu fişlerimi uzun süre korudum. Sonra taşınmalar esnasında bir kısmı yitti, bazısını ise attım. Not alarak okumanın yararını sonradan daha çok gördüm. Kemâl Tâhir’e Devlet Ana’dan başlamıştım. Çok etkilenmiştim. Dönem kroniklerinden de okumalar yaptım. Dili büyülemişti beni. Roman ve öykünün, öncelikle kurgu olduğu söylenir. Fakat “dil” denilen o muazzam dünyanın gizlerinden fazla söz edilmez. Oysa, dil, anlam ve kurgudan bağımsız değildir. Kemal Tahir’in henüz yeterince üzerinde durulmayan yönü, bilhassa Devlet Ana’da yakaladığı dildir.Kemal Tâhir, gerçeği tarih içinden okuma konusunda çok çalışmış bir adam. Selçuklu ve Osmanlı tecrübelerine ilişkin çok okumuş, binlerce sayfa not almış. Hapisanede geçirdiği yıllarda bir yandan yazmış, bir yandan okumuş, notlar çıkarmış, bunları romanlarında kullanmış. Bahsettiğin roman, Bozkırdaki Çekirdek’te, Köy Enstitüleri deneyine nesnel biçimde bakıyor. Resmî tezlerin kalıplarını kırıyor. Adı da metaforik biçimde bunu ima ediyor. Enstitülerin ardında nasıl bir niyet vardı, emin değiliz. Ama, Şerif Mardin’in, “iyi niyetli öğretmenler kuşağı” olarak nitelediği Cumhuriyet modernleşmesinin bu tartışmalı dünyasına Kemâl Tâhir gibi namuslu, nesnel bakabilen birinin gözünden bakmak, genç insan için son derece etkileyici idi.
Tanpınar’ı da notlandırarak okudum. Bu arada Ahmed Cevdet Paşa’yı tanıdım. Sonradan lisans tezime konu edeceğim Fatma âliye Hanım’ın, Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı adlı kitabını Osmanlıcasından okumuş, çok etkilenmiştim. Cevdet Paşa’nın özellikle medrese günleri çok ilginçti. Bir insan nasıl “yetişiyor” sorusunun en güzel cevaplarından biridir bu tecrübe. Tabi Cevdet Paşa’nın Tezâkir’ini de bu günlerde okuma şansı yakaladım. Ahmed Midhat Efendi ilginçti. Hüseyin Rahmi’yi, Reşat Nuri’yi, Refik Hâlid’i, Sabahattin Ali’yi, Sait Faik’i, sonra Yahya Kemal’i, Yakub Kadri’yi, diğerlerini, hazırlık sınıfında ve sonraki yılda hatmetmiştim. Batı’dan ve yeni yeni çevrilen Afrika’dan, Ortadoğu’dan, Türk dünyasından ve Balkanlar’dan yazarlar tanıdım. Tam bir oburdum. Ne bulursam okuyordum. Saldırır gibi. Bu, uzun yıllar devam etti. Tabi zamanla ivme azaldı. O dönemde, örneğin Ahmed Midhat Efendi’yle başladığım roman ve öykü okumaları, Adalet Ağaoğlu’na, Füruzan’a, Özdenören’e, Kutlu’ya kadar devam etmişti. Dergileri de takib ediyordum. Edebiyat dergilerinin yanısıra, resim, müzik, sinema konulu dergileri de okuyordum. Dergi kolleksiyonum bu bakımdan zengindir. Biriktirme ve koruma tutumun yüzünden hayli eziyet çektim. Şimdi çok yorgunum. Çok az okuyabiliyorum. Meşguliyetler, hastalıklar, seyahatler bırakmıyor.
Çocuk edebiyatına katkılarınızdan bahsetmek istiyorum biraz da; Mavi Kanatlı Bir Kuş, Masal İstasyonu adlı eserleriniz ilgiyle okunuyor. Halk edebiyatına, kıssa geleneğimize vakıf bir isimsiniz. Sizi masal dede olarak düşünmek hiç de zor değil. Hep düşünmüşümdür: şöyle külliyat çapında bir masal ve hikaye koysanız çocukların kitaplıklarına?
Çocuk edebiyatına bir “katkım” oldu mu bilmiyorum. Ama, masal yazmayı çok istemiştim. İlk kitaplarımdan biriydi, Mavi Kanatlı Bir Kuş. Mustafa Ruhi Şirin ve Necmeddin Turinay ağbinin özendirmesiyle başlamıştım. Sonrası geldi. Masal İstasyonu, Öykü Dükkânı, Bilgelik Öyküleri serisini yazdım. Ama “çocuklar için yazmak” çok zor. Benim layıkıyla yapabildiğim bir şey değil. Bu alanda yazan çok değerli isimler var. Kendi çocuklarıma onların kitaplarını okuttum hep. Masal dede çok güzel bir dilek ama kendimi ne masalcı ne de dede olarak hissediyorum.
Çocuklarla aranız nasıl? Masal anlatır mısınız onlara? Onlara ayırdığınız zamanlarda neler yaşıyorsunuz? Çocuklarınız sizin hakkınızda neler düşünüyorlar?
Eskiden anlatırdım. Meşguliyetler arttıkça bıraktım. Çocuklarım hakkımda ne düşünüyor bilmiyorum. Onlarla yeterince vakit geçiremiyorum maalesef. Ama fırsat buldukça çok güzel anlar paylaşıyoruz. Beş evladımız var. En küçükleri, Ali. Diğerleri artık büyüdü. Ali’yle daha çok zaman paylaşıyoruz.
Uzun zaman sinemaya da çok kafa yordunuz, düşüncelerinizle katkıda bulundunuz. Şimdilerde ara verdiniz sanki. Özellikle yerleşik kurgu anlayışına alternatif bir düşünce olarak belirdi “Rüya Sineması” fikri; peki pratikte bir karşılık gördü mü? Bir de buradan yola çıkarak öykü ve romanda kurmacaya bakış açınızı sormak isterim. Metinlerinizde bitimsiz bir anlatıya oturan bir yazar var sanki ya da ben okurken böyle hissediyorum. Elbette anlatılan her metin bir kurmacadır fakat sizin metinlerinizde teknik geri planda işliyor; bu anlamda serazat bir yazar olduğunuzu düşünüyorum.
Evet, sinemayla bir dönem çok ilgilendim. Filmin doğası, dili üzerine kafa yordum. Rüya Sineması, Tarafsızlık Masalı, Televizyon ve Kutsal, İletişim mi, Kesik Bir Deveran mı? Kitaplarındaki yazılar bu dönemin ürünüdür. Özellikle Rüya Sineması, sinemanın diline, doğasına ve “biz”e özgü bir film dilinin nasıl olabileceğine dair ilginç bir kitaptır. Sinemanın rüya ile olgusal ve metafiziksel ilişkisinden yola çıktım. “Sâdık rüya” olarak nitelenen “şey”in, sahih bir haber ortamı oluşuyla sinema arasında nasıl bir metafiziksel ilişki vardır, sorusu zihnimi kurcalıyordu. Kitap buradan doğdu. Ayşe Şasa ile o dönem hemen her gün uzun telefon konuşmaları yapıyorduk. İstanbul’a gittikçe uğruyordum, saatlerce konuşuyorduk. O’nun katkılarını anmalıyım. Sonradan İhsan Kabil ile tanıştık. Yazılarından biliyordum İhsan ağbiyi. O’nun da çok katkısı oldu. Birlikte bir de kitap yayımladık : Düş, Gerçeklik ve Sinema, diye.
Rüya Sineması, teori değil tabi. Bu, iddialı olur. Bizde iletişim teorisi pek çalışılmamış. Benimkisi bir zihin alıştırmasıydı. Esasen, sanatta, eser, kuraldan önce gelir. Teoriye, kriz zamanlarında ihtiyaç olabilir. Bu da bizde pek olmadı maalesef. Gerçi sinemaya ilişkin belirli bir teorik/zihinsel birikim oluştu. Örnekler de çoğaldı. Ama, hâlâ, “biz”e özgü bir film dilinden söz edemiyoruz. Evrensel düzeyde ilgi çeken filmler yapılıyor, ama yeterli kıvama gelmiş değil film dilimiz. Bunu ben, geçiş dönemi, hazırlık dönemi olarak niteliyorum.
Babamın sinema işletmecisi oluşu, benim sinemaya, görsel sanatlara, hatta edebiyata ilgimi besledi.
“Kurgu” meselesine gelince…Tabii ki, öykü, roman, masal…bütün bunlar öncelikle “dramatik kurgu”ya dayalı türler. Kurmaca diyoruz…Oyun diyoruz…Özellikle oyun kavramı benim ilgimi çok çekiyor. Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar, Oyunlarla Yaşayanlar, demişti. Birbirimize oyunlar oynuyoruz, diyordu. Maskelerden söz ediyordu. Kuran’da,”hayat bir oyun, bir oyalanma” olarak nitelenir. Shakespeare, dünyayı, temsil olarak vasfeder. Yeryüzü sahnedir, oyuncular bizleriz. Yönetmen, İlahî oynatıcıdır, Tanrı’dır, der. Temsil kavramı çok önemli. Msl kökünden geliyor, benzerini oluşturmak…Örneğini kurmak…Oyun kurmak yani. Mislini yapmak, kopyalamak. Taklit kuramını hatırlayalım…Temaya ve nazar kavramları da çok önemli. Seyretmek…İzlemek. Seyrediyoruz, bir oyun var, yeryüzünde bilinen/bilinmeyen tarihten buyana oyunlar sahneleniyor, bizler seyrediyoruz. Seyir kavramı da çok önemli. Seyran…Temaşa, daha dikkatli bir gözle, iç gözle seyretmek. Ama tümünün merkezinde, oyun kavramı var. Guenon, İnisyasyona Toplu Bakışlar’da, tiyatroyu, “zuhurun sembolizmi” olarak niteliyor. Hakk’ın açığa çıkışını, temsil ve tiyatro yani oyun olarak görüyor. Niyazî Mısrî, “cümbüşü gösterensin şekl ü hayâl içinde” diyor. Cümbüş sözcüğüne dikkatinizi çekerim. Oyun kavramına geliyoruz dönüp dönüp…Sinemayı ben, “dünyanın/hayatın imgesi” olarak görüyorum. Âşık Veysel’in, “işler güçler hep sinema” diye bir enfes bir şiiri var : “Hayat, filime misaldir” diyor.
Bu çerçeveden baktığımızda, dramatik sanatların, kurguya dayalı olduğunu görüyoruz. Fakat benim öykü ve romanlarımda, tuhaf bir biçimde, deterministik kurguya itiraz eden bir yapı var. Bunu ben de çok sonraları fark ettim. Ben daha çok, geleneksel kurguya itiraz eden bir kurgu anlayışıyla yazmışım, yazıyorum. “Tekniğin geri planda işlemesi”nden söz ettin, tam da bunu kastediyorum. Anlatıda, “teknik” denilen şeyin, her metinde farklı belirdiğini düşünüyorum. Tamam, Aristo’dan bugüne, üç birlik kuralı var, mimesis var, o var bu var. Karakterler, tipler, kişiler, olaylar, “giriş-gelişme-sonuç”, anlatının dramatik aşamaları, katarsis vs. vs…ama bir de yazgının gizemi var. Biz oyunlar oynuyoruz, roller icra ediyoruz, maskeler takıyoruz, konuşmalarımız, repliklerimiz oluyor, olay bir yerden başlıyor, gelişiyor, doruğa çıkıyor ve bir sona ulaşıyor…Tamam. Ama bütün bunların da üstünde bir “kader” var. Karakoç’un dediği gibi, “sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır. Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır.” Bu sırdan mıdır bilmiyorum,ben, geleneksel dramatik kurguya hep itiraz ettim. Modern/akılcı romanın “tekniği”ne de sıcak bakmadım. Postmodern kurgu anlayışı daha çok ilgimi çekti ama o da, modernliğin içinden üreyen bir şey…Hâsılı, “biz”e özgü bir kurgu, bir teknik vardı, olmalıydı…Bunun bizde geleneksel dağarımızda, bildiğimiz-bilmediğimiz pek çok örneği olduğunu sanıyorum. Bir kısmı zaten biliniyor. Ama modern dönemde, Amak-ı Hayâl diye enfes bir örneğimiz bulunuyor. İşte bu damarla çok ilgilendim ben. Bu “teknik”e çok ilgi duydum. Bu gelenekten büyük eserlerin çıkacağını sanıyorum.
Çok yoğun bir yaşamınız var, sürekli seyahat halindesiniz. Ankara’da ikamet ediyorsunuz. Merak ediyorum, yılın kaç gününü Ankara’da geçiriyorsunuz? Ayrıca sürekli seyahat hali Ankara’dan bir kaçış mı acep? Ankara hakkındaki düşüncelerinizi de çok merak ediyorum.
Öyle gerçekten. TRT’den emekli olduktan sonra çok fazla seyahat eder oldum. TRT yılları zaten seyahatlerle geçti. Belgeseller çektik. Çok gezdik. Dağ taş yıllarca dolaştık. Gitmediğimiz, görmediğimiz yer kalmadı. 1990’lı yılların başından itibaren sürekli geziyorduk. Gezmeyi seven biri de değilim. Eve bağımlı biriyim. Mekâna çok bağlıyımdır. Bir yere alışırım ve yerimi yadırgamadığım sürece orada yıllarca kalırım, yaşarım. Emekli olup artık evimde oturup kitaplarımı yazacağım diye ummuşken, derd-i maişet peşimizi bırakmadı. Özellikle haftanın üçte ikisini İstanbul’da geçirmeğe başladık. Bu arada kitaplarımız çeşitli ülkelerde yayımlandı, bu vesileyle pek çok ülkeye gittik. Konferans, seminer ve sempozyumlara, edebiyat festivallerine katılmak üzere gezdik. Doğrusu bundan bezmiş, bıkmıştım. Bu yaza ağır ameliyatlarla girdim. Zorunlu ikamet başladı. Ohh dedim, dünya varmış. Eskiden yılın neredeyse ikiyüz gününü dışarıda geçiriyordum. Ankara’ya üçte biri kalıyordu. Şimdi, zorunlu ikametle tümünü burada geçireceğim inşallah.
Çok memleket gezdiniz, çok ülkeler gördünüz. Nice farklı kültürlerden insanlarla tanıştınız. Bu tanışıklığın, insan ve kültür tecrübesinin yazılarınıza, anlatılarınıza yansıması olmuştur elbet. Bu konuda neler söylersiniz.
Gezdiğim yerler, tanıdığım kişiler, tanıklıklarım öykülerime, romanlarına yansımağa başladı tabi. Gezmenin de getirdiği güzellikler oluyor. Örneğin Jakarta’da yaşadıklarım… Moskova’ya, Sayram’a, Jakarta’ya, Kahire’ye, Belgrad’a, Bosna’ya, Kosova’ya, Karadağ’a, Bakü’ye, Makedonya’ya, İspanya’ya vs. geziler beni daha çok etkiledi ve yazdıklarıma yansıdı.
Yazdığınız şahsiyetlerle buluşmanız, yazdıktan sonra sizde bıraktığı etkileri konuşmak isterim. Hiç alternatif birini yazmayı düşündü mü? Cengiz Han, Hasan Sabbah, Şeyh Bedreddin mesela.
Hasan Sabbah’ı, Ömer Hayyam’la ilgili “Şey” adlı romanımı yazarken ilgilenmiştim. Okuduklarımın bir çoğu, “resmî tarih”le çelişiyordu. Bu yüzden onu konu edinen bir roman düşündüm. Okumalar yaptım, notlar aldım ama henüz kısmet olmadı. Şeyh Bedreddin’le öteden beri ilgileniyorum. Yaşadığı, vefat ettiği yerlere bile gittim. Orada hâlâ hatırası yaşatılıyor. Biliyorsunuz, Bedreddin hz.leri, bizim hukuk tarihimizin, mecelle’ye kadarki evresinde yazdıklarıyla belirleyici olmuş bir hukukçu. Gerçek bir ârif aynı zamanda. Sülûk ehli bir zat. Fakat Nazım Hikmet’in anakronik ve palimsest tutumu yüzünden deforme edilmiş, ilgisi olmadığı halde tuhaf bir biçimde komünist olarak görülmüş bir kişi. O’nun gerçek sufi kişiliğinin, fıkıhçı yönünün ortaya çıkarılması gerekiyor. Bu konuda çalışmalar da yapılmış. Vâridât, biliyorsunuz, O’nun vefatından bir hayli sonra muakkiplerince kaleme alınmış. Kaldı ki, irfanla dolu bir eser. Ama o da Bedreddin’i yeterince yansıtamıyor. Ekberî irfandan çok beslenmiş. O’nu yazmayı tutkuyla istiyorum. İnşallah bir gün kısmet olur.
Edebiyatın internet üzerindeki seyri konusunda ne düşünüyorsunuz? Basılı yayınların yanı sıra elektronik yayıncılık edebiyat açısından bir alternatif olarak kabul gördü mü sizce?
Yeni iletişim ortamlarına hep olumlu, sıcak baktım. Eleştiri tabii ki yapılacak, ama pek çok kişi, maalesef bir önyargıyla, köktenci bir tutumla yenilikleri dışlıyor, olumsuzluyor. Ben böyle düşünmüyorum. Kitap sürecektir. Ama yeni iletişim ortamları da belirecektir. Elektronik iletişim ortamlarının çıkması, çeşitlenmesi bence edebiyatın, edebî kültürün yaygınlaşması açısından bir imkan olarak görülmelidir.
Son olarak üzerinde çalıştığınız bir eserinizden okurumuz için tadımlık bir paylaşımda bulunabilir misiniz?
“Deli Sâdık” adında bir öykü kitabı yazıyorum. Uzun öyküler de var içinde ama daha çok kısa, küçürek öykülerin yer aldığı bir kitap. Ben onlara, “civelek öykü” demeyi yeğledim. Civelek tabirini bugün pek kullanmıyoruz. Kullansak da geleneksel anlamını kısmen yitirmiş bir halde kullanıyoruz. Nargile tiryakileri, narpucun küçüğü için kullanıldığını hemen bilecekler. Aslında, bizim geleneksel hikâye anlayışımıza daha yatkın, mesel diyebileceğimiz öyküler bunlar. Ama, bugün, burada, modern yaşamın içinde yaşanmış, yaşanması mümkün veya imkansız gibi görünen olayların, “nükte”li biçimde anlatımı da diyebiliriz.
Bu dosyanın ilk öyküsünü paylaşayım :
Aziz Allah
Yıllardır burada, Akçeşme mahallesindeki bodrum katında yaşıyordu. Kudüm ve ney imal ediyordu. Kimi kimsesi yoktu. Evlenmemişti. Babasını bir müteahhit, mersedesiyle ezmişti. Annesi bir yıl sonra kahrından öldü. Tek çocuktu. Yalnızdı. Ney ve kudüm yaptıkça yalnızlığı arttı. Kimse dinlemiyordu. Kudüme, kudüm-i şerif diyen birkaç dostu vardı. Onlardan biri Timuçin ağbiydi. Bir gün aradı, “Abi, teşrif etsen, çay demlesek, şöyle hiç konuşmadan birkaç bardak içsek” dedi.
Timuçin abi, elli metrekarelik giriş dairesinden çıktı. Kullanmadığı ama hep taşıdığı, birinde dizüstü bilgisayar diğerinde dosyaları bulunan iki çantasını yine almıştı.
Yol boyunca, Kâni Karaca’nın icra ettiği, Ali Nutkî Dede’nin şevk u tarab âyinini dinledi. Kani abiyi ne kadar çok özlemişti. Ova uzuyor, yol bitmek bilmiyordu.
Nihayet şehre girdi, eve ulaştı. Kapıyı çalıp bekledi.
İsmail görünce sevinçle sarıldı.
İçeri buyur etti.
Biri daha vardı içerde.
Çay kokusu sarmıştı odayı.
Yerde kudümler, deri bir çantaya istiflenmiş neyler, üst üste yığılmış kitaplar…
“Hafız Ahmet abi” dedi İsmail.
“Müşerref oldum efendim.”
Çayları doldurdu. Karanfil de katmıştı.
İkindi ezanı okunmağa başladı.
“Azîz Allaah” dedi İsmail.
Hafız Ahmed,
“Efendim büyüklerimizden dinlemiştim. Aziz Allah yerine, celle celalühü demek daha uygun imiş.”
Hafız az sonra gitti.
Bir saate yakın sessizce, konuşmadan oturdular.
Yeni çay demlemişti.
O da bitti.
İzin alıp çıktı Timuçin ağbi.
Aradan dört ay geçti.
İhtifaller için geldiğinde ilkin ona uğradı.
Her zamanki gibi çok sevinmişti. Sarmaş dolaş oldular.
Yine çay demlemişti. Yine karanfilliydi.
Yine ezan okundu, ikindi ezanı.
Sessizdiler. Dinlerken dayanamadı,
“Abi” dedi iç geçirerek, “bir Aziz Allahımız vardı, onu da Hafız Ahmed elimizden aldı. Şimdi ezan okunurken ne diyeceğim ben?”
Bu güzel röportajdan dolayı çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.