Kahvaltısını yaptı, eşinin hazır olduğunu görünce seslendi.
-Bırakayım seni.
-Olur, geciktim zaten.
Arabaya bindiler, şehrin sabah trafiği tüm boğuculuğu ile üzerine geliyor gibiydi.
-Sıkılıyorum ya, şu hale bak.
-Büyükşehirde yaşıyoruz, bu normal ama sen son zamanlarda çok sıkılıyorsun.
-Yaz tatili, büyük kentte azap gibi geliyor bana.
-Bir ay sonra izin alırım, bir yerlere kaçarız.
-Ben kaçmak değil yaşamak istiyorum.
-Beni bırakınca ne yapacaksın?
-Şehirden uzaklaşmak istiyorum bu gün, bakalım.
-Yazacak mısın?
-Duruma bağlı, seyredip düşüncelere dalmak daha yaşanası geliyor.
-Dikkat et, bir şeyler yemeyi unutma, çıkışta görüşürüz.
Sağa yanaştı, eşi indi, şirkete girene kadar izledi, tekrar trafiğe karıştı. Nereye gideceğine dair fikri yoktu, arabayı akışına bıraktı.
Trafik sağlı sollu, ağır ağır ilerliyordu. Sıkıntısını gidereceğini umarak, sevdiği albümlerinden birini koydu, içerinin havasını değiştirmesi için parfüm sıktı. Trafikteki insanlara odaklandı. Araçtaki insanları gözlerken, çoğunun elindeki telefona takıldı.
-İnsanlar ne de hızlı yaşıyorlar, çok şeyi aynı anda yaşamak ama hiç birinin tadını alamamak, sonunda hissiz ‘’şey’’ olarak hayatı bitirmek, şehir dedikleri bu.
Yoğunluğun azalması ile daha da hızlandı, aklına nehir kenarına epey zamandır uğramadığı geldi, uzak olsa da oraya doğru sürdü arabayı. Şehrin son evlerini geçince yol daralıyordu ama iki taraftan yola uzanan ağaçlar, başka bir hayatı anlatıyordu görenlere. Yolun tadını çıkarmak için hızını azalttı, camları açtı, birkaç kare yakalayabilmek umuduyla fotoğraf makinesini çıkarıp doğaya odaklandı.
İnsanı canlandırıyordu gördükleri, bir tarafta yeşilin tüm tonları ile yüreğe uzanan güzellikleri, diğer tarafta gökyüzüne uzanan betonlar. Kırk elli yıl önceki şehirlerin ve ona bağlı yaşamların hikayesi ile, şu an insanların betondan kutulara hapsolmuş esaretini düşündü. Sıkıntıların sebebinin doğru yerde aranmadığı, insanların gitgide daha çok boğulduklarını fark etmedikleri geldi aklına. Demire ve betona sahip olmak için koşturuyordu insanlar. Bu güzellikleri belgesellerde izledikleri için, çok uzakta zannediyorlardı.
Bu düşüncelerle yolculuk ederken, birkaç fotoğraf da çekmişti. Asfalt yoldan sapınca hızını daha da düşürdü. Varmak istediği alan tüm ihtişamı ile görünürken, etrafta hiç kimsenin olmaması sevindirdi. Arabayı söğüt ağaçlarının altına park etti, indi, nehrin sesi kulaklarına doluverdi.
-İşte bu ya, yaratana ve hissettirene şükür olsun.
Temiz havayı içine çekerken, sabah serinliği bedenini okşuyordu. Çayırlar söğüt ağaçları ile süslenmişti adeta. Çantayı aldı, yürüdü. Sabah esintisi ile yapraklar dans ediyor, kuşlar cıvıltıları ile eşlik ediyordu. Havayı soluyarak nehre yaklaştı, suyu görünce içten içe sevinci arttı. Söğüt ağaçlarının dallarını nehre doğru uzatması, kenardaki otların alabildiğine büyümesi, insan eli değmediğini her halinden belli ediyordu. Çantayı koydu, nehrin kenarında adımlayıp tadını çıkarırken, birkaç kare fotoğraf çekti. Ayakkabılarını çıkarıp, paçalarını sıyırdı, suya girdi, buz gibi olmasına aldırmadı, içinde bekledi. Soğukluğunu tüm vücudunda hissederken, gözlerini kapattı, şehrin yükünden sıyrılıyordu sanki. Kuşların ve suyun şarkısını dinledi uzun süre. Terapi gibi gelmişti, çıktı, söğüdün altına oturdu, suyun nazlı nazlı akarken etrafa verdiği canlılığı gözledi.
Etrafta gördükleri gönlünü okşarken, suyun kenarında serçelerin hareketliliği dikkatini çekti. Hızla geliyor, tedirgin hareketlerle su içip, kanatlarını suya sokuyorlar, birkaç kanat çırpması ile kurulanıp, söğüt ağaçlarında kayboluyorlardı. Tam bir sabah neşesi ve eğlencesine tanıklık ediyordu. Cıvıltılarından, aralarında kurdukları iletişimi anlamaya çalıştı. Kendilerince bir hayatları, yuvaları ve besledikleri yavruları vardı.
Çantasını açtı, yazmak için kağıt kalem çıkardı. Kelimeler cümlelere dizilirken, doğanın insan ruhuna yansımalarını döktü yazıya. Yazdıkça açıldı, yüreğinde biriktirdiklerini sıraladıkça rahatladı. Sabahki sıkıntısını atmış, yaşadıkları ile rahatlamıştı. Yazarken ara sıra başını kaldırıp etrafı seyrediyor sonra tekrar yazmaya devam ediyordu. Kağıdı ve kalemi kenara koyarken, ne kadar süre geçtiğini bilemedi, başını ağaca yasladı, gözlerini kapattı, seslerin neşesine bıraktı bedenini ve ruhunu.
İçi geçmişken, alnına düşen bir şey uyandırdı. Afalladı, ağaçlara sonra etrafa bakındı, kucağında minik bir kuşun korku dolu sesi ile durumu fark etti. Yuvasından düşen yavru serçeyi parmakları ile aldı, avucunun içine koydu. Onunla, küçük bir bebeği tutuyor gibi konuştu. Tüyleri çıkmamış yavru, korku ile titrerken, cılız sesini duyurmaya çalışıyordu. Annesinin dallar arasında oradan oraya, çığlıklar içinde uçtuğunu görünce, yavruyu bir an önce yuvasına koyması gerektiğini anladı.
Ayağa kalktı, yavruyu sol avucuna aldı, yuvanın uç noktada olduğunu görünce, nasıl ulaşacağını hesapladı. Ağaçlara inip çıkan birisi olmadığı için zorlanacağını hissetti ama yavruyu annesiyle buluşturmalı idi. Annesinin yuvaya götürebilme ihtimalini düşündü, böyle bir şeyin olup olmadığını bilmiyordu. Yavruyu bırakıp giderse başına kötü şeyler gelebilirdi.
Söğüt ağaçlarının ihtişamlı salınmalarına karşın, ağırlığa dayanmadığını biliyordu. Yuvanın nehre doğru sarkmış, güçsüz bir dal üzerinde olduğunu görünce, kolay olmayacağını anladı. Yavaşça çıkmaya başladı, yavruyu incitmemek için gayret sarf etmesi, işi zorlaştırıyordu. Tek elle ağacı kavraması zor oluyor, dengeyi kurmak için çabalıyor, yer yer sürtünüyordu. Yavruyu yuvasına koyma kararlılığı, sık sık dinlenmesini gerektiriyordu. Anne kuş, yakın dallar arasında çığlık çığlığa uçarken, yavrunun sesi daha da artmıştı. Yaklaşınca, yuvanın bulunduğu dalın kendisini tartmayacağını fark etti, yan tarafta daha kalın olan daldan uzanmanın yerinde olacağını düşündü. Sürtünerek ilerlerken, dalın aşağıya sarkması korkutuyordu. Terliyor, ister istemez sıkıntısı artıyordu.
Yuvaya yaklaştığında iki yavru daha görünce sevindi. Güç bela yuvaya uzandı, yavruyu yavaşça bıraktı. Anne kuşun çığlıkları devam etse de biraz izlemek istedi. Yavrular birbirlerine iyice sokulup, sesleri çıkabildiği kadar bağırırken, anneyi ve yavruları fazla üzmek istemedi. Yavaşça geriye sürünürken, üzerinde olduğu dal çatırdayıverdi. Ne olduğunu anlamadan dal ile birlikte buz gibi nehre düştü. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi, çırpındı, kenara doğru yüzdü, sırılsıklam haline rağmen gülüyordu, çayıra attı kendini. Kuşlar haline gülüyor mu idi yoksa teşekkür mü ediyordu, anlamadı, sadece kahkahalarla cevap verdi.
Uzun süre o şekilde kaldı, havanın sıcaklığı ile üzerindekiler kurumaya başlamıştı bile. Telefonu çalıyordu, kalktı, çantadan çıkardı, arayan eşi idi.
-Nasılsın, merak ettim, daha önce aradım, cevap vermedin.
Üstüne başına baktı, yuvaya çevirdi bakışlarını.
-İyiyim, sana anlatacağım sevimli bir hikayem var.
-Dinlerim, alacak mısın, neredesin?
-Uzaktayım, alırım.
Telefonu kapattı, yuvanın fotoğrafını çekti. Çantasını topladı, ıslaklığına aldırmadan arabaya yürüdü.
Şehre dönerken, suya düşmesi aklına geliyor, haline bakıp gülüyordu. Öbür taraftan anne yokluğunu bilen birisi olarak, yavru serçeyi annesine kavuşturmanın hazzını yaşıyordu.