“Dünün güdümlü edebiyat anlayışı nasıl Türk edebiyatına bir şey katmadıysa bugünün sinik ve kinik yazarları da edebiyatımıza bir şey katmayacak.”
Hazırlayan: Mehmet Kahraman
Söyleşilerin o bildik ilk soruları ile değil de daha genel bir mesele ile başlayalım istersen. Hazır eleştiriyi merkeze alan bir öykücüyü bulmuşken, bugünkü öykücülüğümüzü sormak istiyorum. Günümüz öykücülüğü hakkında neler söylemek istersin.
Son dönem hikâyeciliğimiz yaşadığımız zaman dilimi ile alakalı elbette. Yani biraz şöyle: II. Dünya savaşının ardından, özellikle 1960 sonrası görünmeye başlayan “Ben Nesli” diye bir nesil var ortada. İki kutuplu dünyadan yavaş yavaş tek kutuplu dünyaya, endüstriyel toplumdan post-endüstriyel topluma, teknikten teknolojiye geçiş; enformasyon bombardımanı, görsel kültürün hâkimiyeti sonra köyden şehire göç ile birlikte köylerin yok olup şehirlerin köyleşmesi vesair. “Ben Nesli” de tüm değişimler esnasında ortaya çıkıyor. (Bu konuda Jean Twenge’nin Ben Nesli, Byung Chul Han’ın Yorgunluk Toplumu ve Ali Şimşek’in Yeni Orta Sınıf kitapları tavsiye.)
Dünyada ve Türkiye’de 1950’lerle birlikte somut değişim görülüyor. O eski adamların sayısı yavaş yavaş azalıyor. O yıllardan bu yıllara bakınca her on senede bir birbirinden baya bi farklı yeni nesiller geliyor. Yani; özgüven patlaması yaşayan, benmerkezci, her nesil bir önceki nesle nazaran daha bi özerk… (İkimizin de dâhil olduğu veya belki de pek olamadığı) bu son teknoloji neslinin bilgiye hızla ulaşması elbette hayata bakışlarında etkili oluyor. Televizyon, bilgisayar, internet, akıllı telefonlar ile bu kadar hemhal olma insanın fıtratına belli bir yönde etki ediyor pek tabii. Gündelik hayatımıza baktığımızda son yetmiş yıldaki değişim yetmiş yıl gibi değil de iki yüz yetmiş yıl gibi sanki. Kısa zamanda çok şey değişmiş ve bu, yaşadığımız zamanın hikâyesi. Bugünkü hikâyeciliğimiz de tam bu noktadan doğuyor. 40 yıl evvelin güdümlü edebiyat ürünleri & 2000’lerin sinik ve kinik şairleri, hikâyecileri, romancıları… Yaşadığımız gerçekliğin tezahürü, adeta birer ispatı uçlarda gezen birbirine karşıt bu iki edebi yaklaşım. Elde böyle bir gerçeklik var. Durumumuz bu.
Peki, çare ne?
Tıpta tedavi, hastanın bu süreci kabulüyle başlar. Aynı mantık gündelik hayatta da öyle değil mi! İnsan yanlış yaptığını kabul edecek ki yanlıştan uzaklaşıp doğru yolu bulsun. Ama şu an manzaraya bakınca herkes “haklı” görünüyor. Biz yanlış düşünüyor veya yanlış yolda gidiyor olabileceğimizi bile hesaba katmıyoruz. Yani algımızın, düşünme biçimimizin, yaklaşım tarzımızın hatalı olma ihtimalini… Sıkıştığımız anda kendimiz için pozitif ve negatif genellemeler giriyor devreye. Vicdanımız rahatlıyor ama sonra etrafa spesifik eleştirilerle ateş etmeye başlıyoruz. Do-layısıyla tedavi süreci de başlamıyor. Çünkü her zaman her yerde hepimiz haklıyız. Haklılık diye tatsız bir sakız çiğniyoruz sürekli ağzımızda.
Önceki nesil büyüklerini kutsayarak yanlış yapmış görünüyor. İş sanki biraz ego tatminine dönüşmüş zamanında. Kendi eksikliklerini kapatma adına onları ziyadesiyle yüceltmişler. Bu bağ-lamsız yüceltmenin oluru yok. Şu an yeni nesil tam aksi istikamette yani hiç kimseye saygı göstermeyerek yanlış yapıyor. Eğer gösterilen saygı görünümünde bir şey varsa bunun da işlevsel olduğunu düşünüyorum. İşlerin devam ettiği sürece gösterilen zaman ayarlı bir saygı, vakti gelince patlayacak.
Aslında değişen bir şey yok ve biz gene yanlış yapıyoruz. Şu an yaşadığımız süreç, yanlış bir tezin yanlış bir antitezi gibi. İfrat tefritin karşılıklı çekişmesi var elde. O gereksiz diyalektik o saçma boşluk var. Çekişmenin, diyalektiğin, boşluğun dışına çıkmak lazım. Hesaplarımızdaki yan-lış belki 20-30 yıllık değil de daha fazladır, bunu da hesaba katmak lazım. Derinlerde bir sorun var.
Sorun derinlerde ve zannedersem çare de öyle. Modernitenin en büyük marifeti her şeyi katıp karıştırmasında. Hava puslu yani. Bu fluluğu elden geldiğince açmalı. Bu işin oluru yok başka türlü. Mesela problemler ulusal veya küresel ölçekte tartışılıyor ama bireyi yani insanı tartışan yok. Toplum mühendisliği, batının çıkardığı bir icat. Oradaki reçete havasın avama biçtiği rol ve yığınların bir kefeye sokulması falan, bildik tatava işte. Ama biz de esas olan fert, iyi insanların sayısı arttıkça iyi bir ihtimalden bahsedebiliriz. Buraların hikâyesi böyle.
Edebiyatta çare yukarıda belirttiğim birbirine karşıt uçlarda siftinmemekle başlar. Edebi-yat için herhangi bir şeye hizmet etme gibi bir tanımı geçtik zaten. Ama bugün bu kadar bağlam-sız, sinik ve kinik eserler üretmek nereden çıktı! Hem de dindar edebiyatçılar olarak… Mesele şu, biz şu an doğulu veya batılı bir millet değiliz. Biz hala doğu-batı, modernite-gelenek, eski-yeni arasında gidip gelen ve hala bu şekilde var olmaya çalışan bir milletiz. Bu bizim hâlihazırdaki kaderimiz. İfrat tefriti çöpe atalım, ithalatı bırakalım ve mücadele edelim. Aksi mümkün değil. Yani dünün güdümlü edebiyat anlayışı nasıl Türk edebiyatına bir şey katmadıysa bugünün sinik ve kinik yazarları da edebiyatımıza bir şey katmayacak. Bu böyle. Edebiyatta çare numara yapmamak.
Ve tabii gündelik hayatta da öyle. En başta, ikili ilişkilerde numara yapmamak lazım mesela. Hesap-kitapla uğraşmadan yaşamak. İçimizden geçeni söyleyebiliyor muyuz? Açık mıyız, net miyiz gündelik hayatta? Diyelim yalancı bir insan değiliz, güzel. Peki, doğruyu söylememek, ko-nuşulması gereken o yerde susmak mesela, yalandan bir farkı var mı böyle bir tavrın? Modern insan başarı odaklı, çıkar odaklı yaşadığı için maske taşır mecburen. Diyeceğim açık olamaz. Samimiyet… Mesela söyleşiyi yapan samimi soracak sorusunu, cevaplayan samimi cevaplayacak, bu metne tesadüf eden okur samimi olacak okurken… Derken… “Derken karanfil elden ele” Mehmet abi…
Abi ben de bu “okuyan-yazan” meselesine gelecektim… Gerçi bu soruyu Ahmet Sarı da “aydın eleştirisi” başlığı ile sormuş ama biraz daha açayım ben. Öykülerine bakınca entelektüel dediğimiz kişilerin işi kendi ego tatminlerine getirdiği anlaşılıyor. Bu seni neden bu kadar rahatsız ediyor? Bir aydından beklentin nedir?
Modern çağ müşkül meseleler çağı. Sürecin zorluğundan ziyade giriftliği daha fazla başı-mızı ağrıtıyor sanki. Bugünün insanının muhatap kaldığı problemler insanlık tarihi boyunca görülmemiş karışıklıkta. Bu karışıklığa binaen aydın sayısında da bir patlama var zannedersem. Yani, bireysel ve toplumsal anlamda problem çok olunca tespitçi “aydın” da çok oluyor. “Bilenler” “bilmeyenlere”, “havas” “avama” sekülerleşme konusunda eleştiriler yapıyor. Halk dünyaperest oldu, tamam. Ama tek sınav alanı gündelik hayatın metaı değil ki. Aydınımızdaki işin niyet kısmı, tevekkül kısmı, sabır kısmı ne olacak? Tam bu noktada bilen kesiminde kadim ulemanın hikemi bir bakış açısı mı var? Hayır, yok. Peki, eleştiren var mı? O da pek yok gibi. Bir toplumda “bilen” insanlar hata ettikleri takdirde “bilmeyen” insanların dosdoğru bir şekilde hareket etmeleri müm-kün müdür? Ortada bir vebal varsa öncelikle eli kalem tutanlarda.
Demek istediğim şu; şayet aydınımızda bariz bir problem varsa ben bundan neden bah-setmeyeyim, bundan daha önemli kaç tane daha meselemiz olabilir ki? Neden hikâyelerime bu somut sorunu konu edinmeyeyim? Evet, ben bu tema üzerinde yoğunlaştım… Çünkü entelektüel, aydın, ulema meselesi içinde işlenecek pek çok konuyu barındırıyor, bilenlerin tartışılmayan bariz yanlışları var ve alan bakir. Kitaptaki o nefret söylemi de bu somut sorunun bir sonucu olarak hikâyelerime dâhil oluyor, diyeyim.
Kitaba geçmeden önce son soru olsun bu: “Bariz yanlışların tartışılmadığı” meselesini biraz daha açsak. Bu tartışma bizi bir yere götürür mü? Herkesin her şeyi bildiği bir zamanda tartışma daha çok ayrışmaya sebep olmaz mı?
Tartışma derken benim kastım eserler üzerinde ciddi bir eleştiri ve özeleştiriye girişmek. Bu bizi bir yere götürür mü: Bizim başka türlü herhangi bir yere gitme ihtimalimiz yok. Kötü eser eleştirilecek, iyi eser taltif edilecek. Yazar adayına, okura, iyi ve kötü kitap bu şekilde takdim edilecek. Biz özellikle sosyal medya vasıtasıyla ve dergiler, yayınevleri, arkadaş grubu olarak zaten yeterince ayrışmışız; aramızda ziyadesiyle iletişim eksikliği mevcut. Daha fazla ayrışabileceğimizi zannetmiyorum ben. Kaldı ki, yanlış bir yolda gidiyorsak eğer, birlikte veya ayrı olmamızın da bir önemi kalmıyor. Ayrışalım gitsin.
Seninle birçok kez öykü ve yazmak konulu konuşmalarımız oldu. Uzun bir süredir yazıyorsun, bir dönem yılda bir öykü yazıyordun, sonra bu sayı arttı ve kitap oldu. Yazmak neyi karşılıyor sende? Öykülerindeki amacı, niyeti belli olan, ironi ve eleştiri dilini dikkate alarak soruyorum bunu.
Yazmayı, okumayı, edebiyatla uğraşıp bu alanda eserler vermeyi alın yazısı olarak görüyorum ben. Allah takdir ediyor, biz de yaşıyoruz / yazıyoruz. Hikâyeci olmak, edebiyatçı olmak, iyi eserler verebilmek bu takdirin içinde. Dolayısıyla yazıya, yazara, yazma işine müstakil bir kutsiyet atfetmek doğru değil. Demek istediğim ağzını eğerek masa başında geçen yıllardan, kitap tozlarından bahsedip hayıflanmalar manasız benim için. Okumak – yazmak dünyevi anlamda bile güzel bir eylem. Kitapla kalemle geçirdiğin vakitleri daha başka nerede geçirmek istersin? Buna cevap aile veya dostlarsa eğer, zaten belli bir vakti onlara ayırmak mecburiyetindeyiz. Bu mesuliyetimizdir bizim. Aksi halde meşguliyetimizi putlaştırmış ve tıpkı batılı bir aydın gibi yanlış yapmış oluruz. Edebi bir eser üretiyorsak bu, önemli bir amel ile iştigal ettiğimiz anlamına gelir. Tamam, ama ameller de niyetlere göredir. Niyeti de Allah bilir. Dünyaya meyille veya kişisel bir ihtirasla ortaya çıkan bir metin muhteva olarak itikatla veya memleketle alakalı olsa kaç yazar! Yazanı kaybediyor en baştan. Tehlikeli işler…
Edebiyatın tanımı hayatın tanımı kadar geniş olduğu için yazmanın bendeki karşılığına verilecek cevap çok fazla. Kısa bir cevapta yanlış anlaşılırım, uzun bir cevap versem mesele bağlamından kopar. Diyeceğim karşılık bulmak güç. Bir muamma var ortada ve belki de bu muamma-nın derdi ile yazıyorum.
Eleştiri senin öykünün temelini oluşturuyor. Hatta öyküne yapılan eleştiriyi bile eleştirel dille öyküye katıyorsun. “Aşk İbaresi” öyküsü hem öykü yazma sürecini anlatıyor hem de öykü eleştirini. Öykünün eleştirilmesine takılma sebebin nedir? Öykülerinde eleştirel dil kullanıyorsun ama eleştirilmeye tahammül edemiyorsun galiba.
Ben bir edebiyatçı olarak yapıcı eleştirilere her zaman açığım. 🙂 (Yaaa! Bu cümleee, evet… Klişelerden nefret eden bir insanım.) Şunu söyleyeyim en baştan: Eleştirilmeye tahammül edemeyen biri olabilirim, böyle bir durum söz konusu olabilir. Diğer taraftan hikâyeme yapılan eleştiri de saçma sapan bir eleştiri olabilir. Bunlar hep iddia işte, göreceli şeyler. “Bizim derginin hikâyeleri şöyle süpper de, öbür dergilerinki o kadar şey değil” tipi çıkışlar ziyadesiyle saftirikçe. Fanatizmin din dâhil hiçbir yerde faydasını görmüyoruz. Kendi dergini, kendi eserini övüp beğenip durmanın bir anlamı yok. Böyle tiplere kendini beğenmiş der bizim millet. Geçtik bunları.
Hikâye veya roman eleştirisini sekiz başlık altında inceleriz. Şimdi mekân, dil ve üslup, şahıs kadrosu, anlatım teknikleri, tema gibi terimlerin kendisi bile baya bir yekûn tutuyor. Bir hikâyeyi bir paragrafta, birkaç satırda eleştiremezsin. Diyelim olay örgüsünde sorun var. Peki, bu eserde işlenen tema orijinal olamaz mı veya zamansal bir hatanın yapıldığı hikâyeden güçlü bir kahraman çıkamaz mı? Sen o hikâyenin istediğin bir yönünü ele alıp yerden yere vurup sonra “bu olmamış” diyemezsin. Olaya bu şekilde yaklaşırsak ortada pek eser kalmaz. Eleştirilecek, beğe-nilmeyecek bir yön bulunur her hâlükârda. Eleştiri yokluğundan yakınıyoruz ki önemli bir eksiklik ama eleştiri olsun diye de böyle şeyler yapılmasın Allah aşkına.
Diğer taraftan nasıl ki ortaya koyduğumuz hikâyelerimiz hemencecik eleştirilebiliyorsa, hikâyeleri eleştiren metinler de eleştiriyi göze alacak. Totalde karar mercii zaman oluyor zaten. Beklemeli. Bu böyle… Kaldı ki ben “Aşk İbaresini” eleştireni de, öveni de, eleştiriye tahammülü olmayan hikâyecinin tahammülsüzlüğünü –yani kendimi- de metne katıp kafa buldum. Bunların hepsi ironi ile verildi.
Öykülerinde iki farklı tutum dikkatimi çekti. Sivri dilli, alaycı bir anlatım varken aynı öykülerde dini göndermeler, mesela Rabbe yakarış da görülüyor. Böyle bir zıtlık var gibi. Genelde dini gönderimi olan öykülerde naif dil kullanıldığını düşünüyorum, ama senin öy-külerinde dil alabildiğine sert. Bu iki yönü nasıl bağdaştırıyorsun?
Asli olanla feri olanı, sıradan ile değerliyi aynı anda hikâyelerimde bir gerçeklik dâhilinde anlatmaya çalışıyorum. Önemli ile önemsiz gündelik hayatımızda içiçe. Kalbimizin inceldiği bir anda bir kabalığa maruz kalabiliyoruz mesela veya o kıymetli andan hızla çıkıp gündelik hayatın bir gerçeği ile normal bir ruh haline dönebiliyoruz. İronik olandan, politik’e, oradan teolojik olana hızla geçiyoruz birkaç dakika içinde. Bizim böyle ruh hallerimiz, gel-gitlerimiz var. Bana göre bu gerçekliğimiz edebiyata yansımalı. Ben bunu yapmaya çalışıyorum.
Hikâyelerimizde çoğu zaman gerekli olmayan naif din dili, bence o bozulan algımızın edebiyattaki tezahürü. Yıllarca ezilmenin, yenilmenin bir sonucu olarak pozitif genelleme hastalığına yakalanmışız sanki. Ama tedavisine bakmayalım mı? Bağlamı olmayan sevgi, bağışlama, iyi niyet, hoşgörü vesairenin bir anlamı yok benim için. Ben bu memlekette iyi insanlardan sayıca çok daha fazla salak veya çakal tipler görüyorum. Dünyanın geldiği yer belli, işler kötüye gittikçe bu tiplerin sayısı da artıyor. Söz konusu kişilerden dindar görünümlü olanlar da var! Bariz bir şekilde salaklık ve çakallık eden “dindar” tipler hikâyelerime konuk olduklarında da dil sertleşiyor.
Bir de modernizm eleştirisi var. “Bu gördüğün alana yıllar sonra karnı aç bir bina dikilir. Binanın yıllar evvel arsasının üzerinden geçerken ki yaşadığımız mutluluktan haberi olmaz.” Bu çağ geçmiş mutlulukları hesaba dâhil etmez. Bugün vardır, hatta şu an vardır. Edebiyatımız modernite eleştirileri ile dolu ve biz edebiyatçılar olarak bize dokunanı yazmak durumundayız. Sen vefayı, dostlukları öne çıkararak mı çağa direnmek gerektiğini düşünüyorsun?
Bana göre sermayecilikten başka bir şeyle açıklanamayacak olan modernitenin amacı bireyin/dostun başka bir bireyden/dosttan başlamak üzere kendisi dışında hemen her şeyden bağlarını koparmasıdır. Ama burada bahsedilmesi gereken temel husus mevzu bahis kopuşun batıda gerçekleştiğidir. Biz de batılaşma hadisesi tamamlanmadı. Tam anlamıyla “birey” olamadık yani. Burada handikap tam “batılı” olamadığımız halde tam “batılı” metinler yazmamız.
Bugün -hadi diğer kesimleri geçtik de- İslamcı edebiyatçılar “modern insanın yalnızlığı”, “yabancılaşma” veya “kendine yabancılaşma” temalı öyküler – romanlar yazıyorlar. Ben bu tür eserler veren dostların metinlerinde bahsettikleri tipte bir yalnızlığı yaşadıklarına inanmıyorum. Menfi yöndeki tüm değişime rağmen biz batıdan hala çok farklı bir milletiz. Şimdi mesela Van Gogh batılı bir sanatkâr olarak bunalmış, kulağını kesmiş. Tamam! Ama biz de bunalım edebiyatı yapan birine bakıyorsun, sürekli belediye programlarında, şu okulda bu okulda imza günlerinde, sürekli söyleşide bu bunalımcı edebiyatçı. Bi dakka, bi dakka! Ne bunalımı ya! Sen bunalımda değilsin ve işler tıkırında hacı, yeme bizi! Diyeceğim biz de kulak kesen yok. Bunalımın ancak ‘edebiyat’ı yapılıyor.
Sözün buraya kadar uzamasının sebebi yaşadığımız çağda ortaya çıkan algı bozukluğumuz. Edebiyatımızda yabancılaşmanın yoğun bir şekilde işlenmesiyle ters orantılı olarak dostluk gibi bir olgu da oldukça az ele alınıyor. Ben Allah’ın benim karşıma çıkardığı dostlarımı veya hayatımda tesadüf ettiğim güzel insanları mesaj kaygısı gütmeden hikâyelerime taşımayı istiyorum. Çünkü bu insanlar var. Bu insanların hikâyeleri de olmalı. Hem hikâyelerimizde, hem gerçek hayatta sayıları artmalı böylelerinin. Önceki soruda bir aydından beklentin nedir demiştin: İyilik bir hâl’e sokulmadığı müddetçe bir anlam ifade etmez. İyiler, hem iyi bir insan olunabileceğinin hem memleketin hem de dünyanın değişebileceğinin birer ispatı olarak çıkarlar karşımıza. İyi bir adam, iyi bir ispattır aynı zamanda.
Kitapta “Ama…” bölümündeki öyküler beni daha fazla etkiledi. Orada dostluk var, dertleşme var, yaraya merhem olma var, kısacası insani ilişkiler var. Eksikliğini duyduğumuz şeyler bunlar galiba. Ben burada kitabında kurguya sık sık dâhil olan Ahmet Sarı, Ali Utku, Muammer Çelik gibi isimleri sormak istiyorum. Ahmet Sarı ve Ali Utku’yu ben de tanıyorum, yazı anlamında velut, arkadaşlıkta müşfik olan bu insanları hemen anlatıvermem pek mümkün değil açıkçası. Sende nasıl bir karşılıkları var bu isimlerin?
Şimdi hemen kaldığım yerden devam edeyim ben: İyi bir adam, iyi bir ispattır da. Ahmet babanın da, Ali babanın da altmışar, yetmişer çeviri & telif kitabı var. Bu yayınların hepsi birbi-rinden kıymetli eserler. Ben on beş senedir tanıyorum ve bunca süredir emeklerine şahidim. Edebiyatta ve düşüncede memleket adına müspet yönde bir gelişme olacaksa böylelerinin sayısının artması lazım, değil mi? Sayı artışı biraz takdire, taltife bağlı ama. Nitelik ve nicelik bakımından bunca kıymetli eser verip (isimleri bir tarafa) eserleri bu kadar az zikredilmesi bir garip iş. Pek tabii tanınma gibi dertleri falan yok ama gençlerin, okurların, memleketin o eserlerle tanışması lazım değil mi? Ali baba çağdaş batı felsefesinden otuzdan fazla çeviri yaptı. Gene kendisi editörlüğü-nü yaptığı Osmanlı Felsefe Çalışmaları dizisinden 55 kitap çıkardı. Son dönem Osmanlı düşünürlerinin din, felsefe, sosyoloji, psikoloji, bilim, iktisat, hukuk gibi alanlarda verdiği eserler gün yüzüne çıktı, çıkıyor böylelikle. (Bu kıymetli seri de bir gariban taşra yayınevinin omzu ile bugünlere geldi.) Türkiye’de kim bunu gündemine alıyor? Bu dizinin gündeme gelmesi için kaç kitap daha çıkması lazım, 555 mi?
Ahmet babanın da aynı şekilde hikâye, şiir, eleştiri ve önemli isimlerden yaptığı pek çok çeviri kitabı mevcut. 2011’de Avusturya Cumhuriyeti Altın Liyakat Nişanı’nı aldı. Ahmet baba bu nişanı Ahmet Cemal’den de önce kazanan Türkiye’deki ilk isimdir. Muammer Çelik kitapçı, emekli öğretmen, yazar bir ağabeyimiz. Türkiye denince gözleri dolar, öyle güzel bir insan. İnsanların yaptığı hataları eleştirmek bir tarafa bu yanlışlara anlam veremez, anlayamaz, şaşırır. Ne zaman otursak muhabbet etsek, konu her zaman iyiye, güzele ve muhakkak Türkiye’ye gelir. Keza Ali Utku ve Ahmet Sarı ile de öyle. Muhabbet gerçekçilik veya idealizm manyaklığına gelmeden, yazı çizi işlerine hayata gelir. Ne yapıldı, daha başka yapılabilir? Doğudan-batıdan bilgiler, din, felsefe, edebiyat evrenselden aktüele geçen muhabbetler… Ha bu kadar okuma yazma faaliyetinin içinde dostlara da vakit ayrılır, gerektiğinde iş güç bırakılır. Nihayetinde put haline gelmemiştir bu edimler.
Konu estetikten etiğe geldi abi.
Öyle abi. Konu etiğe gelecek tabii. Çünkü memlekette pek çok iyi, kıymetli insan var ve onlara da verilmesi gereken değer verilmiyor ve tanınmıyorlar. Ha burada mesele tanınma – tanınmama pay talebi falan değil zaten, Allah şahit. Mesele bizim işler yolunda gitmiyor ve şayet çözüm arzu ediyorsak insaf ile hareket edeceğiz. Biz adaletliyiz, lafı laflar içinde bir laftır ancak.
Sen bana hikâyelerimdeki aydın eleştirisinin sertliğini soruyorsun. Kitaptaki eleştiri az bile. Ha benim aydınları eleştirirken kastım Murat Belge, Ömer Laçiner vs. değil. (Solun tatavası belli: gezi, bira, viski, Kadıköy, Taksim, Foucault, Adorno zart zurt) benim kastım direktman İslamcı yani Allah’a ve Peygamberine inanan aydınlar. Mesuliyet var. Eleştiri – özeleştiri ne yapacaksak samimi bir şekilde yapalım. Biz bizeyiz şurada. Diyeceğim yani dergi editörlüklerinin, kültür müdürlüklerinin, kitap alım şefliğinin, televizyonculuğun, eleştirmenliğin, ödül jüriliklerinin de hesabı var öbür tarafta. Hesap yalnızca bürokratlara değil, “bir yer işgal eden” edebiyatçılara da.
Son sorum kitabın sonundaki okura bölümüne. Bir söyleşide bunu cevaplamışsın ama ben şöyle sorayım. Bununla ilgili hiç eleştiri geldi mi? Açıkçası ben de eleştirenler kısmındayım abi. Gerek var mıydı?
Kitabın başında Oscar Wilde’dan yaptığım “Her cinayet klişe değildir ama her klişe bir cinayettir” cümlesinin bir sonucu bu bölüm. Bu son bölüm metinlerde geçen kişi, yer ve olaylar hakkında salt bilgi vermek için yapılmadı. Sözlük için seçtiğim ibareler ve cümleler, hikâyeler okunurken mümkün olduğu kadar okumanın zenginleşmesi, ek bir okuma olması içindi. Hikâye içinde veremediğim, metnin akışını bozacak tartışmaları, yorumlarımı bu son kısma attım. Farklılık olsun istedim, bir anlamda klişe ile mücadele…
Olumlu ve olumsuz eleştiriler geldi bu konuda. Ben bilgi verici didaktik bir bölümden ziyade yeni ve eğlenceli bir bölüm olduğunu düşünüyorum hala ve hala pişman değilim 🙂 Olumsuz eleştiriler de baş üstüne, ayrı mevzu. Haklı olabilirsiniz abi, bu bölüm gereksizdir belki de.
Edebiyat, sanat, modernite, din, ideal, gerçeklik… Baya bi yekûn var söyleşide. Bütün soruları açık yüreklilikle cevapladığın için teşekkür ederim.
Ne demek abi. İyi olur inşallah ve ben teşekkür ederim.