Sırrıyla sırlanmış kalpler vardır. Sırrından da sırlanmış kalpler vardır. Bildiğiyle örtünen. Bildiğinden de örtünen. Bu sırları taşıyan insanlar vardır. Bu sırlardan da taşınmış insanlar vardır. Bir de sırlarına kendini taşıtan insanlar…
Şehirler vardır nasırlı ellerinden taşa ruhunu içirmiş. Şehirler vardır taşlarından insan yontulmuş. Bir de insanları vardır bu şehirlerin bulutuna yağmur, çeşmesine su, meydanına çarşı olan. Yani demek lazım gelir ki mîrim, bir şehir, içinden kıvrıla kıvrıla akan su misali, insanlarının içinden akıyorsa o şehirde taşa kaftan giydiren suyun mimarları vardır. Bu, medresede müderris, semahanede mevlevi, çilehanesinde münzevidir.
Şehrin sahipleri vardır. Kemankeştirler, sadaktırlar, temrendirler. Şehrin kantarındaki adalet, taşındaki namus, tarihindeki vicdandırlar. Mayıs, ikibin onaltı böyle bir ‘dem’in ufuklarına düşürdü bizi. Bir acı kahve içip, hatır tahsil edebileceğimiz kıratta bir dem. Vaktin pahası, vakte inzal olan insanla/ insanlarla mihenge vurulur. Ya insan…
Tokat’tayız. Hüseyin Pala, Yaşar Uğurlu ve Adem Çobaner’le, Ankara çıkışında içilen çorbanın ardından önce Çorum sonra Tokat. Yaşar Uğurlu’nun kaptanlığındaki seyr ü seferimiz, gökkuşağının altından geçme heyecanı taşıyan bir çocuğun adımlarından daha seyrek ve daha seri idi. Ne demiş ehlullah: Menzilin mesafesi, muhabbetin kıvamıncadır.
Tokat’ı gördüğümde mırıltılar halinde şunlar dökülecekti dilimden: Allahım, bu şehre ilk defa geliyor olduğum için beni affet. Öyle ya günahımız çok, ama sen gafûr ve rahîmsin. Eski çağların saçlarını taradığı, Selçuklu’da hilat giyip, kılıç kuşanan, kaleminden asırlara mürekkep damlatan; Osmanlı’da marifet ve irfan kubbeleri inşa eden şehrim benim, sevgilim, yâdigâr-ı ecdadım…
Tokat’a vasıl olduğumuzda, güneş bir günün yorgunluğundan daha çıkmak üzereydi. Hanifi Vural Bey’in Üniversite’deki makam odasına konuk oluverdik önce. İlmin, rikkat ve tevazuya dönüşmüş kemal parıltılarına şehadet ettiğimiz bir şahsiyetin halvethanesinde gölgelenmek bambaşka bir huzurdu. Akabinde Niyazi Özdemir’in sürekli tebessüm eden dostluk ikliminde saçlarımızı rüzgâra vermek…
Ve Hasan Erdem… Şehrin merkezindeki mütevazı ticarethanesinde gönüllere sema’ ettiren derviş. Rengini Yeşilırmak’tan almış, gönlünü Buhara’dan. Biraz Belh’li, Semerkant suyu içmiş, belli ki Bağdat’ta da eyleşmişliği var. Sen bu heyecanı nereden tahsil ettin mîrim. Var mıdır medresesi heyecanının. Yoksa dünyayı döndüren bir semahanenin yoluna döşenmiş çelebîlik midir adımların.
Hasan Erdem bize şehrini tanıtıyor. Hayır, sadece tanıtmıyor, şehrinin ruhunu üflüyor kalplerimize. Bir ürperti gibi yürüyor aramızda. Medresesinin, camisinin, mevlevihanesinin tarihinden bahsederken, bahsetmiyor, uzanıyor ve gölgemizi yerden kaldırıyor. Şayet şairlik bir hilat olsaydı Hasan Erdem, onu Tokat’ta bırakır yola öyle revan olurdum.
Şehrinin dervişi olmak budur. Yağmuruna sarnıç, tarihine mihmandar olmak. Harîm-i ismetini kıskanır gibi onu kıskanmak.
Tam yeridir deyip üzerine katran dökülmüş şehirlerimizden fasıl açmak lazımdır. Gökyüzünün giderek küçüldüğü ve “zeytin yeşilini çürüten” şehirlerimizden. Bir insan olarak fertten değil kalabalıklardan, daha da bayağılaştırılmış bir tabirle yığınlardan söz ettiğimiz şehirlerimizden. İçinden mükerrem varlık insanın göç ettirilip, uğultunun tespih edildiği toplu mekanlarda makyajı akmış sanal zikir halkaları tertip edilen şehirlerimizden…
Daha acısı Tokat gibi tarihin ve tarihimizin altın tepside bize lal ü mercan olarak emanet ettiği mis kokulu şehirlerimizin sahipsizliğinden fasıl açmaktır. Bu şehirlerimiz ambalaj şehirler değildir. Sanduka şehirler hiç değildir. Fatihası okunmuş bir Tokat değil, fatiha okuyan bir Tokat’tır murat edilmesi gereken. Hasan Erdem(ler) neden yalnızdır. Kendisini şehrinin efendisi zanneden kafalar, Hasan Erdem(ler)in kaderlerindeki yalnızlıkla şehirlerinin kaderlerini eşitlemişler midir. Tarihi eserlerin restorasyonu ile şehrimize karşı vazifemiz bitmiş mi oluyor. Koca koca üniversiteler şehirlerinin aşığı ve dervişi olacak yeni Hasan Erdem’ler yetişmesi için ne yapmaktadırlar.
Söz, döner dolaşır içine kıvrılır, besmelesi çekilmemişse. Dili dualı kelamın gökten indiremeyeceği bir murat yoktur. Elbette bütün rüyaları tek bir uykuda toplamak mümkün değildir. Bize te’vili olan rüyalar lazımdır. Te’vili olan şehirler, rüyay-ı sadıka gören efendiler…
Hasan Erdem’in mekanında akşam… Hanifi Vural, Niyazi Özdemir, Muhittin Demiray, Ekrem Anaç ve Ankara ekibi olarak bizim dörtlüden oluşan o halka. Yaşamak gerek mîrim. Yoksa nostaljiye düşeriz Allah korusun. Bak Esma-ı ilahiyeye, nostaljik olan bir tane isim görebiliyor musun, haşa. Yaşamak gerek mîrim. Yoksa siz, Allah’ın güzel isimlerinden birinin de Amerika olduğuna inananlardan mısınız. O halde sizinle Tokat’ı konuşamayız.
Gerisini Aynülkudat Hemedânî’den dinleyelim isterseniz:
“Bizim için bu alemden başka bir alem vardır
Cehennem ve cennetten başka bir mekan vardır
Hür fıtratlılar başka bir canla diridir
Onların o tertemiz cevheri için başka bir maden vardır
Aşkın sermayesi sarhoşluk ve rindliktir
Hafızlık ve zahidlik için başka bir alem vardır
Bize derler ki, bu başka bir alamettir
Zira bu dilden özge başka bir lisan vardır”