Bin dokuz yüz yetmiş ikide Karaçi’de doğdu.
ABD’de tıp öğrenimi gördü, Massachusetts Institute of Technology’de okudu. Sinir hastalıkları alanında çalıştı, beyin cerrahı olarak mezun oldu. Yetinmedi, çeşitli üniversitelerden yüz kırk dört fahri diploma aldı. Kendi ülkesine, Pakistan’a döndü, burada biyolojik silahların etkilerini yok eden bir çalışma üzerine yoğunlaştı. Her şey yüz milyarlarca dolarlık bir kirli yatırım alanını tehdit eden bu çalışmasıyla başladı.
İki bin üç yılında üç çocuğuyla birlikte İslamabat’tan Karaçi’ye, annesini ziyaret etmek üzere havalimanına gittiğinde gizemli bir şekilde kayboldu.
Beş yıl boyunca kendisinden bir haber alınamadı.
Genç kadını ve çocuklarını kaçırmış, çocuklarını ondan ayırmışlardı.
Son hatırladığı, kolundan şırıngayla kendisine bir madde enjekte edildiğiydi.
İlkin ABD’nin Afganistan’daki bir askerî üssüne götürüldü. Kalkıp inen uçakların seslerini duyuyordu.
Burada bir hücrede beş yıl boyunca tutuklu kaldı.
Kaçıranlar onun, kendilerinin “terörist” olarak nitelediği bir örgüte üye olduğunu iddia ediyordu.
ABD istihbaratının bu güzide yetkilileri; orta boylu, sıska denilebilecek denli zayıf, yaşamı boyunca herhangi bir yasa dışı işe bulaşmamış, deha ölçüsünde zeki, azimli, sürekli çalışan ve oldukça kritik bir alanda sona yaklaşan bir projeyi yürüten bu kadını, Guantanamo’nun Afganistan’daki bir benzeri olan Bagram Tutukevi’nde, erkeklerin de bulunduğu bir koğuşa taşıdılar.
Burada ve önceki hücrede gördüğü işkenceler yüzünden bir böbreğini yitirdi, bağırsakları işlevsizleşti ve alındı, kaçırıldığı an göğsünden aldığı darbenin yarası kronikleşti.
Zaten güçsüz olan bedeni iyice zayıfladı, değil ayakta durmak, oturmakta bile zorluk çeker oldu.
Sözde yargılamalarda, çıkarıldığı mahkemede, iki yanındaki iki görevli onu tutmak zorunda kaldı.
Bilinci bulanıyordu. Zihinsel işlevleri gerilemişti. Hatırlamakta güçlük çekiyordu.
Bir keresinde onu kaçıran ABD’li istihbarat görevlileri, kendisini kocasının ihbar ettiğini, el-Kaide adlı terör örgütüne üye olduğunu söylediğini belirtmişlerdi. Adı geçen örgütle yaşamında hiçbir biçimde ilişkisi olmamış, örgüte ilgi duyan herhangi biriyle selamlaşmamıştı bile. Sadece üzerinde yoğunlaştığı, insanlık için son derece yararlı projeyle meşguldü. Bütün zamanını, enerjisini buna vermişti.
İlk ifadelerinin birinde, “Beni maskesiz ve üniformasız Amerikalıların sorguladığını sonradan öğrendim,” demişti. Hücredeyken haftalarca çocuklarının çığlığı kendisine dinletilmiş, küçük oğlu Süleyman’ı buğulu bir camın ardından görmesine izin verilmişti. O zaman yedi yaşında olan ortanca oğlu Ahmet’in ise kanlı bir fotoğrafı gösterilmişti. Kızı Meryem’inse ölümcül bir virüs kaptığı ve öldüğü söylenmişti.
Kanıt üretme sürecinde ise ilkin bir iğne yapıldığını, ardından iki görevlinin yardımıyla ve baskısıyla ABD’ye yönelik yüzlerce sayfalık biyolojik saldırı ve bombalama planını içeren raporlar yazdırıldığını, imzalatıldığını belirtiyordu.
Erkeklerin de bulunduğu koğuşta defalarca tacize uğradı, bazı hayati organları çürüdü, bilinci iyice bulandı, sinirsel yapısı tümüyle çöktü. Yaşadıklarına değil bir kadının, güçlü ve antrenmanlı bir erkeğin dayanması bile imkânsızdı. Direnmeye çalıştıkça işkencelerin şiddeti arttı, tahammül sınırları aşıldı.
New York’ta ilk duruşmaya çıkarıldığında tanınmaz bir haldeydi. Orta boylu ve küçük yapılı olan kadın iyice erimiş, dili damağına yapışmış, dişleri çürümüş, saçları dökülmüş, dudakları çatlak çatlak olmuş, ağız yapısı bozulmuş, nefesi ceset gibi kokmuş, ayakta durmakta güçlük çeker olmuştu. Otuz değil, altmış yaşında gibiydi. Aşırı yıpranmıştı. Tutuklanırken göğsünden yaralanmıştı. Yarası hâlâ iyileşmemişti. Çürüyen böbreği ve bağırsaklarının büyük bir kısmı özensiz bir ameliyatla alınmıştı. Güçlükle oturuyordu. Bir şeye dayanmaksızın otururken bile dik duramıyordu. Bedeninde bazı yaralar kanıyordu.
İşkencelerin birinde çok sevdiği, sürekli okuduğu, olmayanlara armağan ettiği Mushaf yırtılmış, parçalanan sayfalar yere atılmıştı. Yaralarından kan damlarken bu yırtık sayfaların üzerinde yürümeye zorlanmıştı.
Bir ramazanda telefonla konuşma imkânı bulduğu annesine şöyle dedi:
“Rüyamda sürekli Peygamberimiz’i görüyorum. Bir keresinde beni karısı Ayşe’nin yanına götürdü ve ‘Kızımızı yanına al,’ buyurdu.”
(*) Bu bilgilerin çoğu, gazeteci Yvonne Ridley’den alınmıştır.