-Seyisin el yazması hatıralarından-
At yetiştirmek insan yetiştirmek kadar zordur. At duyguları ince, direnci yüksek ve sezgileri güçlü bir hayvandır. Atın asili ruhuyla davranır. Bu yüzden, atları eğiten seyislerin maharetleri kadar seyislik ruhlarının da olması gerekir.
Öğünmek gibi olmasın ama ülkemin hükümdarlarına at yetiştiren büyük ve asil bir seyisler ailesinin son seyisiyim. Atalarım yıllarca ülkemin sarayı, orduları, posta teşkilatı ve ticaret kervanları için soylu atlar yetiştirdiler.
Unutmadan söylemeliyim ki, sıradan insanlar atın sadece kanında soyluluk olduğunu sanırlar. Ben ise, aslımın usta seyisleri gibi düşünürüm: atın soyluluğu eğitiminden gelir. Bilge hükümdarların yönettiği ülkelerde olduğu gibi benim ülkemde de bu yüzden seyisler hep değer görmüşlerdir. Benim aslım ve atalarım da değer görmüşlerdi sevgili hükümdarımın sarayında. Niye saklayayım ben de değer gören bir seyistim yıllarca. Saraydaki törenlerde; milletimin bilgeleri, yüksek yöneticileri, şairleri ve bilim adamları gibi önlerde yer alırdım. Haksız da sayılmazdı yüksek meziyetli Hükümdarım: ordularımızın kahraman askerleri benim eğittiğim atlar üzerinde koşarlardı zaferden zafere. Akıllı tüccarlarının kervanlarına kılavuzluk yapar koruyucularını onlar taşırlardı…
Yıllar süren yüksek vatan hizmetinden sonra yaşlandım ve sevgili Hükümdarımın armağanlarıyla ömrümü geçireceğim köşeme çekildim. Her usta seyis gibi at yılkılarının coşkun ruhu ve kişneme sesleri içinde, koskocaman bozkırların enginliğinde ihtiyarlığımı yaşamaktı amacım. Gerçekten her usta seyis övgülerden, armağanlardan süslü saray törenlerinden, hükümdarların emri altındaki diğer üstün insanların hayran bakışlarından uzakta; sadece ve sadece doru atların terkilerinde kalmış ve üzengilerine yapışmış ruhunu dinlemek ister kuşkusuz. Ama bu hiçbir zaman gerçekleşmez. Bir sorumluluk duygusu bütün beklentileri siler geçer. Hiçbir usta seyis sorumluluk duygusundan kaçamaz. Benim hikâyem de öyle oldu zaten…
Parlak zamanların ardından Ülkem yoksulluğa düştü. Lif lif ayrılmış düşmanları bir ihanet tezgahında dokundular. Düşmanlık duyguları nefislerine binek, ihanet arzuları üzengileri oldu. Ok tirkeşlerine vahşeti yüklediler. Parça parça oldu bayındır Ülkem. Kaleleri düştü, şehirleri ele geçirildi. Yiğitleri zelil, kızları esir oldular. Sadece sevgili Hükümdarımın oturduğu Başkent ile üç beş şehir ve direnen ordugahlar kalmıştı geriye.
Ne mutlu ki, milletim hala tam anlamıyla var olma ümidini yitirmemişti. Böylesi olağanüstü bir savaş zamanında Başkent ile kuşatılmış şehirler ve direnen ordular arasında Sevgili Hükümdarımın öğütlerini ve fermanlarını, yani aklını ve iradesini taşıyacak posta atlarına ihtiyaç duyulmuştu.
O saat hemen saraya çağırmıştı Sevgili Hükümdarım beni. Ne yüksek sezgili ve bilge bir insandı Hükümdarım! Her zorlukta kime başvurulacağını çok iyi bilmekteydi. Zaten hükümdar dediğin toprakların alışkanlığından şehirlerin ruhuna, ordularının yönetiminden milletinin meziyetlerine kadar her şeyi bilmeliydi…
Ünlü seyis ailesinin son seyisi olarak ben ve sarayın genç seyisleri ülkemin hala vatan kalmış beldelerinden atlar seçmeye çıktık hemen.
İşte Küheylanı bu hassas görevim sırasında tanıdım. Küheylan, itiraf etmeliyim ki, seyisliğimden üstün bir attı. Genç seyisler yaşlı diye itiraz etmişler, dudak bükmüşlerdi seçimime. Ama o ince bacakları, beyaz benekli toynakları, üstün direnci ve sezgileriyle büyülemişti beni. Hüner gösterme arzusu savaş zamanında bile üstün duygudur. Genç seyislere tuhaf gelen kelimelerle övmüştüm Küheylan’ı. Şükür ki inadımın hünerimden kaynaklandığını anlamıştı herkes. Zorlu eğitim boyunca bütün zorlukları yaşama kolaylığıyla aşan Küheylan olmuştu. Küheylan, genç seyislerin bana kıskançlıkla hayranlık karışımı bakışlarının sebebi…
Elbette yeşil haralarda safa sürmeye zaman yoktu. Talim ve eğitim bitmiş, bütün posta atları kendilerine yoldaşlık edecek posta erlerine teslim edilmişti. Zorlu bir iş onları beklemekteydi. Süvarisine teslim ederken Küheylan’ı, duygulanmıştım biraz. Kolay değil ‘atı eğiten her seyis biraz da kendini eğitmiş sayılır’. At seyisin bir parçasıdır… Posta erine Küheylan’ın her davranışını alışkanlığını yaz diye defalarca tembihte bulunmuştum…
Ve savaş başlamıştı Ülkemin her yerinde. Yükselen ateşler dökülen kanlar artmıştı. Ama bu, sessiz bir yenilgiden daha şerefli ve daha ümit vericiydi kuşkusuz.
Sevgili Hükümdarımın akıl ve iradesi daha fazla görünür olmuştu vatan topraklarında. Düşman artık o kadar kendinden emin ve huzurlu değildi silahlarının gölgesinde. Ve ordularımız gibi milletim de çaresiz değildi. Ne doğru düşünmüştü sevgili Hükümdarım, posta atlarının nal seslerinin hala duyulduğu bir vatan bağımsız olabilirdi!..
Savaş kızıştığında; posta atları düşman ordugâhları arasından hayalet gibi geçip gitmeye, vatan kalmış topraklara yürek, akıl ve savaş bilgeliği taşımaya başlamışlardı. Ve tabi ki, Küheylan bir efsane olmuştu… Posta erini ürkütecek kadar bir cesarete ve dirence sahipti Küheylan. Hani savaş davulları çalınmaya başladığında düşmanın kılıç seslerini ve bağırtılarını ve binicisinin korkusunu bastıran doru atların kişnemeleri ve huysuz eşelenmelerindeki ruh hali vardır ya, hep öyleydi Küheylan.
Düşman ordugâhları haber sürükleyen bir su akıntısı olmuştu adeta. Gözetleyici düşman askerlerinin gözleri görmüyor, kulakları duymuyordu. Düşman kör ve sağır olmuştu. Ülkemin kendine has vadilerinden, dağlarından, çaylarından geçerek bir kurtuluş destanının zorlu dizelerini besteliyordu nal sesleri. Küheylan ve binicisi, bazen dağlarda bir zirve başında bazen de derin bozkırlarda bir vadi yalnızlığında haber taşıyıp duruyorlardı. Öylesine dirençliydi ki Küheylan, kan ter içindeyken bile binicisi üzengi darbesi vurmamıştı böğrüne. Issız bir han köşesinde yiyebildiği bir kaç avuç arpa ve bir demet yulaf ile gece boyu koşabiliyordu…
Savaşın en kızıştığı, yani düşman ile Ülkemin insanlarının aynı cesarete sahip olduğu yıllarda Küheylan gerçek bir efsane olmuştu milletimin dilinde. Hükümdarımın emirlerinin ve orduların haberlerinin vahiy gibi beklendiği o dehşetli zamanlarda, ağzı köpükler içindeki Küheylan geliveriyordu bir yerlerden. Kuşatılmış şehirlerimizin bu beyaz gökyüzü kelimesi, düşman orduları içinde düşmanın bütün gizliliklerini açık eden bir şimşek çakmasına benziyordu. Düşmanın sırları azalırken, Ülkemin ordularının bilgisi artıyordu her geçen gün. Küheylanın getirdiği haberlerle, bazen ürkütücü bir vadinin içinden yol açılıyor bazen de düşman ordusunun tuzak kurduğu köprüler avsız kalıyordu. Ülkemin kulakları duymaya, gözleri görmeye ve aklı düşünmeye başlamıştı kısacası.
İşte bu savaş yıllarında gerçek bir efsane oldu Küheylan. Adına türküler söylendi, şiirler yazıldı. Bir yaşlı seyis için ne büyük mutluluk olduğunu düşünebiliyor musunuz?
Küheylan her şehirde ve her ordugâhta beklenir oldu. Nitekim Ülkemin temiz topraklarından düşman ordularının kirli izleri silindiğinde, ordularımız zafere ulaştığında Başkente müjdeyi getiren de Küheylan oldu. Üzengisine sarılıp dua eden yaşlılar, terini silip yüzüne sürenler hala gözlerimin önündedir…
Ülkemin kurtuluşundan sonra bir şölen emir ve lütuf buyurdu sevgili Hükümdarım. Şölen hak edilirse elbette güzeldir! Her tarafta bayram havası hüküm sürerken, Başkentte büyük bir tören düzenlendi. Başarılı orduların komutanları ve birlikleri, Ülkeyi ayakta tutan yüksek yöneticiler, usta zanaatkârlar, silah ustaları, devasa yürekli analar, perçeminden kan damlayan kızlar geçtiler Başkent halkının önünden.
Posta atları geçerken ise kalabalık olağanüstü bir heyecana tutuldu. Doru atlar, kısraklar, alımlı tüyleri parıl parıl parlayan taylar altın koşumlarını şaklata şaklata geçerlerken kalabalığın cezbesi zapt edilemez oldu. İşte sıradan kalabalıklar ile usta bir seyisi ayıran bu değil midir! Kalabalıklar, atın altın koşumlarına, alımlı boyuna ve cüssesine bakarlar. Usta bir seyis ise, ayak bileklerinin inceliğine, ağzının köpüklerine, sezgisine ve direncine bakar…
İlk defa o gün huysuzlandığını gördüm Küheylan’ın sanki altın koşumların altında rahat değildi, alkışlar ise onu hiç mi hiç cezbetmemekteydi. Allah’tan ne heyecanlı kalabalık ne de genç merasim binicisi fark etmemişlerdi beyaz gök kelimesinin huysuzluğunu. Sadece ben biraz garipsemiştim…
Bayındırlık zamanı gelince posta atlarının isimleri görev defterlerinden silindi. Künyeleri binicilerine armağan edildi savaş hatırası olarak. Sevgili Hükümdarım bütün posta atlarına bir çiftlik hediye etti. Artık Küheylanım kalan yıllarını yemyeşil ovalarda ferah ve huzur içinde geçirecekti…
Derken bir gün nedenini anlayamadığım -aslında çok iyi anladığım- bir emirle saraya çağırıldım. Sevgili Hükümdarım beni tahtından inerek karşıladı. Üzgündü, kimin üzüntüsünü paylaşacağının bilincindeydi. Bir seyisin en fazla neye üzüleceginin de… Hediye edilen çiftlik, huzur bir yana hayat bile getirmemişti Küheylan’a! Binicisi ve bakıcısı onu bir köşede başını bir kayaya çarpmış şekilde ölü bulmuşlardı. Ne olduğunu, Küheylanın neden bunu yaptığını anlamakta güçlük çekmekteydiler. Halbuki ben anlamaktaydım!
Hükümdarım bana nişanlar, madalyalar taktı. Bir köşk daha hediye etti hazinesinden. Kendince teselli etmekteydi beni, bu şekilde üzüntümün azalmasını arzulamaktaydı. Hâlbuki benim yerimdeki bir usta seyisi sevgili Hükümdarım da anlayamazdı, neye üzüleceğimi bilemezdi. Bilememişti nitekim! İlk defa içimden sitem ettim sevgili Hükümdarıma…
Her usta seyis yanılır, çünkü hayatının sonuna kadar öğrenir… Küheylan benim ruhumun, hünerimin ve tarzımın bir ürünüydü. Ben onu daha çok zor zamandaki Ülkem için gerekli olan bir savaş için yetiştirmiştim, eğitmiştim. O da benim hünerlerimi kendi ruhuyla yükselterek, savaşta çok iyi yansıtmış ve yaşamıştı: adına efsaneler söylenecek türküler yakılacak kadar… Ama ferah ve rahat hayat için eğitmemiştim. Bunun için aslında özel bir eğitime gerek de yoktu bence.
Kabullenmesi çok zor ama, belki yeni kuşak seyisler doğrusunu yapıyorlar!..