İlk kitabınız Uzakların Kokusu hayırlı olsun öncelikle.
Kitaptaki birkaç öyküde bahçe, hikâyenin aurasını oluşturan ayrıntı olarak karşımıza çıkıyor. Âdem ve Havva’nın ardıllarında eksik kalan şeylerin tamamlanacağı yer mi o bahçe? Bahçenin sizin dünyanızdaki karşılığı nedir?
Çok teşekkür ederim.
Bahçe deyince aklımıza yaşam alanını sınırlayan duvarlar gibi sıradan anlamlar gelebiliyor. Günlük yaşamda sık sık kullandığımız klişe bir kelime aslında. Buna rağmen Anadolu’da bahçeye hâlâ hayat diyen insanlar var. Hayatta otururlar, hayatı temizlerler, hayata çiçek ekerler… Sadece söylem olarak değil anlam olarak da canlılığı, sevinci, hüznü, telaşı, huzuru, daha pek çok şeyi içinde barındığı ve diri tuttuğu için bahçenin benim dünyamdaki karşılığı da hayattır. Hayat bulmaktır. Bahçe için sadece o eksikliklerin tamamlanacağı biricik yer diyemeyiz belki ama hem o eksikliklerin tamamlanabileceği hem de yaşamın şekilleneceği, yön bulacağı bir yer diyebiliriz. Bu hem somut olarak bahsettiğimiz bahçeler için geçerli hem de soyut olarak insanın kendine ait, biricik, kendisinden başka kimsenin göremediği bahçesi için geçerli… Yaşam önce kendi bahçelerimizde başlıyor.
Sevgi yoksunluğunu, şefkatten mahrum bırakılmışlığı, aidiyet kuramamayı irdelediğiniz metinler sahicilik hissi veriyor. Bu hissi sağlayan nedir, yazı dünyanızda gözlem nerede durur?
Kitapta on iki tane öykü var. Bu öykülerin büyük çoğunluğunu gerçek yaşam hikâyelerinden ve gerçek karakterlerden etkilenerek kaleme aldım. Hiçbir öyküyü olduğu gibi anlatmadım tabi, edebi bir üslupla yeniden kurguladım. Karakterlerim ve öykülerim hiç kimseye yabancı değil; yolda yürürken, bir mahalleden geçerken ya da yakınlarımız arasında karşılaşabileceğimiz gerçek kişiler ve onların hikâyeleri. Yani sahicilik hissi sahi olmalarından kaynaklanıyor diyebilirim.
Gözlem benim çok önemsediğim ve öykülerimde merkeze aldığım bir husus. Duyduğum bir cümle, dinlediğim bir anı, şahit olduğum bir duruş ya da bakış, içinde bulunduğum, içinden geçip gittiğim hikâyeler ve daha pek çok detay benim için bir öykünün doğmasına ve gelişmesine sebep oluyor. Sadece bu açıdan değil, karakter tanımlaması, olay gelişimi, duyguların belirlenmesi gibi hususlarda da gözlem önem teşkil ediyor benim için.
Kitaptaki son öykü kısalığı ve görece kapalı oluşuyla farklı bir metin. İnsanın tekil hikâyesinin başladığı yere, henüz zelil bir zerre olduğu kişisel geçmişine öyle ya da böyle gönderme yapmak mıydı muradınız?
Evet. Kitabın o son ve kısacık öyküsü herkesin ve her şeyin sonsuz uzunluktaki yolculuğunun başlangıç öyküsü. Çocukluğumda bu hikâyeyi öğrendiğimde çok heyecan verici ve büyüleyici gelmişti bana. Bir taraftan da ürpertici, tedirgin ediciydi. Sonsuz bir yolculuğun çoktan başlamış olması heyecan vericiydi ama geri dönüşün ya da vazgeçişin olmayacak olması da tedirgin ediciydi açıkçası. Gerçeklikten beslenen benim karakterlerim de bu sonsuz yolculuğun herhangi bir noktasında tutunamayacaklarını bile bile yaşama tutunma mücadelesi veriyorlar. Geçmiş ile başladı onların öyküleri de. Kitabın sonunda yer alan bu öykü hem onlar için hem bizim için, en çok da kendim için eski fakat bitmeyen bir hatırayı hatırlatmak için yer aldı.
“… Bu insancıklara dans etmeyi, edebiyatı, sanatı nasıl yakıştırabilirim? Hayattan zevk alacak herhangi bir şeye hakları yokmuş gibi, karşı koyamadığım bir biçimde onlara ancak yaşam mücadelesi yakıştırabiliyorum.” diyor kitaptaki bir anlatıcı ses. Nietzsche’ye göre sanat, gerçeklikten ölmeyelim diye var. Bu anlamda sanat ve edebiyat güzeli nazara verdiği kadar insan tabiatının gölge yanlarını da ortaya çıkarır mı? Zevkin yanı sıra acı da duyumsatır mı insana, ne dersiniz?
“Sanat, gerçeklikten ölmeyelim diye var” yaklaşımı çok güzel. Yazarlar hiçbir şey yazmadığı zaman da hayat olduğu gibi hayat, insan öylece insan… Ama hayat ve insan anlatılmayı gerektiren bir sancıya ya da sevince dönüştüğü zaman yazarda, edebi bir eser ortaya çıkıyor. Bu sanat için de böyle. Sanat ve edebiyat insanın gölge yanlarını muhakkak ortaya çıkarır diyemem ama bu gölge yanları görmeye ve göstermeye talip olduklarını söyleyebilirim. Sürekli gülümseyen birinin gülümsemesi değil de gülümserken gözlerinde görülen hüzün ve o hüznün arkasında olana duyulan merak bence edebiyatı ve sanatı besliyor.
Ben hüznün ya da acının kalbimizi diri tuttuğuna inanıyorum. Hem sıradan bir insan olarak hem de bir öykü yazarı olarak kalbimizin bu diriliğine yani hüzne ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bence sevgi kadar sevgisizliğe, mutluluk kadar mutsuzluğa, birliktelik kadar yalnızlığa, zevk almak kadar acıyı hissetmeye de ihtiyacımız var.
Mahalle Mektebi dergisinin öykü editörlerindensiniz. Bu editoryal bakış kendi metinlerinizde kazanıma dönüşüyor mu?
Öykü editörü olmanın katkısı da var zor yanları da… Bize emanet edilen öyküleri en doğru şekilde değerlendirebilmek için epey vakit ayırıyoruz, emek veriyoruz. Yayımlanamayacak bir öykü bile olsa kendimizi bambaşka bir dünyanın, bambaşka bir hikâyenin içerisinde bulabiliyoruz. Yüzde yüz diyemem ama zaman zaman zihnimizde yeni hikayelere çağrışım yapabiliyorlar. Birçok kişinin hayal dünyasına tanıklık etmek, yeni karakterler görmek, birbirinden farklı hikâyeleri incelemek, birden fazla üslubu ve anlatım tarzını görmek doğrudan olmasa da muhakkak bize katkı sağlıyor diye düşünüyorum.
Yazınızı besleyen kanallar neler? Olmazsa olmaz dediğiniz yazarlarınız ve bir yazma rutininiz var mı?
Yazılarımı besleyen en büyük kanal hayatın kendisi. Hayatın akışında insanın devinimlerini, umutlanışını, kırılışını, sevincini, öfkesini, rüyalarına inanışını, hayallerinin altında kalışını, dallarının çiçeklenmesini, yapraklarının kuruyup dökülmesini izlemeyi seviyorum. Çoğu zaman bile isteye değil, kendimi bu seyrin içerisinde buluyorum. Gözlem ve tanıklık benim için çok önemli. Bununla birlikte olabildiğince okumalar yapmaya çalışıyorum. Yazma ve okuma konusunda da arayışım devam ettiği için sanırım olmazsa olmaz diyebileceğim bir yazar yok. Ama tekrar tekrar dönüp okuduğum, kendime yakın bulduğum yazarlar var var elbette. Mustafa Kutlu ve Rasim Özdenören’i örnek olarak verebilirim.
Hayatım boyunca hiçbir konuda bir rutinim olmadı. Bazen benden kaynaklandı bazen de dışsal etkenlerden. Bu bir kusur değil ama rutinin sağlayacağı kazanımlar muhakkak daha fazla olacaktır. Öykü yazma konusunda da, zihnimde ne zaman olgunlaşmış, ne zaman bir bütünlük kazanmışsa o zaman o öyküyü yazmaya başlıyorum. Günlük rutin değil ama kendi içindeki rutini bu. Öykünün zihnimde bir olgunluğa erişmesi için onu kendi haline bırakıyorum tabi ki, düşünerek, alternatif bakış açıları üreterek, farklı farklı kurgu ve anlatımla değerlendirerek kendi kendini geliştirmesine olanak sağlıyorum.