Felç olunca çekildiği Koşuyolu’ndaki evinde curcuna usulünde segâh şarkısını bestelerken Sadettin Kaynak, bir gece düşünde Karacaoğlan’ı gördü. “Üstad” dedi, ‘incecikten bir kar yağar, tozar elif elif diye, deli gönül abdal olmuş gezer elif elif diye’ diyorsunuz. Bu elif, ‘bir olan’ mıdır yoksa Avşar güzeli Elif midir?” Karacaoğlan, esmer yüzündeki ışıltılı gözleriyle baktı, gülümsedi : “Oğlum, ikisi ayrı mıdır?” Kaynak ne diyeceğini bilemedi. “Peki, elif birse, birlikse, tozmak neyin nesi?” “Haa bak, o çetin mesele. En Güzel, güzellerde açığa çıkar. Zuhur, çoğalmaktır, tozmaktır. Toz, ama veya atmadır…” “Hımm… O halde En Güzel’in güzelde açılmasını seyreden âşık, delilik çölüne düşüyor, abdal olup canını cananla bedel ediyor ve bir olanı çağıra çağıra geziyor…” Karacaoğlan sustu. Konuşulamayan hakkında susmalı der gibiydi. Kaynak ısrarcıydı, “Elif’in kaşlarını çatması Varlık’ın zuhur ettiğindeki cilvelerinden midir?” “Öyle diyorsan öyledir evladım.” “Sineye batan gamzeden kastınız neydi?” “Oğlum hiç sevda oku yemedin mi? Bu, bir av avcı macerâsı değil midir?” “Ya ak eller?” “Derrida’nın, ‘Heidegger’in Eli’ni okumadın anlaşılan…” “Af buyurun okumadım. Hemen okuyacağım.” “Gerek yok oğlum. O el, Fatıma annemizin elidir. Âli’dir, Hasan’dır, Hüseyin’dir. Şanstır, talihi yâver olmaktır, sıhhattir, huzurdur, şifadır. Nihayet Allah’ın eli, bütün ellerin üzerindedir.” Kalem ise, Varlık’ın varolanda açığa çıkmasının imajıdır.” Kaynak, dikkatle dinliyordu. Son bentte bir türlü aklına yatmayan bir eğretileme vardı. Bulmuşken açıkça sordu : “Peki efendim, bu düğmelerin çözülmesi meselesi nedir?” “Bak bu işin düğümü orada. Allah, sonsuz ve mutlak güzel bir dilber olarak düğmelerini çözer, içini gösterir. Bunun için iç gözün açılması gerekir. Belki de gösteren değil, görendir düğmeleri çözen…” Uyandı. Ezan okunuyordu. Sultan Ahmed Câmiindeki imamlık günleri hatırına geldi. Felçli bacağını oğuşturdu. Gözünden bir damla yaş süzüldü.