Diyelim yangın çıktı.
Bu evden tek bir şeyi kurtarabiliyorum, neyi kurtarım?
Akşam aklıma geldi ya, sabaha kadar bütün eşyalarla göz göze geldim.
Konuştum.
Hayatın eşya ile kurduğumuz ünsiyetle şekillendiğini daha önce bu kadar fark etmemiştim.
Kitaplar, oyuncaklar, tespihler, saatler, yüzükler, maketler, giysiler, kalemler, albümler, irili ufaklı adına eşya dediğimiz ne varsa hepsinin bir anısı var.
Ölüm karşısında hepsi anlamsız…
Hayat karşısında hepsi kendince anlamlı…
Kendimizce.
Aradan yıllar geçti.
Yeni eşyalar geldi.
Bazıları eskidi, atıldı.
Bir gün diyelim yangın çıktı; dediğimiz yangın sahiden çıktı.
Ahşap iki katlı bu Altındağ evinden adam, kitaplığı üzerinde otuz yılı aşkındır duran bir demet kır çiçeği kurusunu aldı.
Dışarı çıktı.
Ev kısa sürede yandı yanmasına da, 70 yıllık uzun bir yolculuk yapmışçasına yanan eşyalarıyla, o kısa sürede göz göze geldi, konuştu, konuştu, konuştu.
Dalgınlığından utanıp eline baktı.
Bir tutam kuru çiçek.
Gülümsedi.