Kara bas iz olsun.
Rüzgârlı havalarda kışın gelen, ardıç meyveleriyle beslenen o kuşlar engin dallara tünerlerdi. Dulda yer bulurlardı kendilerine. İnsan çıtırtısıyla rüzgârın sesini fark ederlerdi. Karanlığa doğru acı bir ötüşle uçarlar, uzak ardıçlara konarlardı. Daha da kötüsü, yaralı uçmalarıydı. Tüneyemeyecek kadar. O zaman şimdiki gibi el fenerleri yaygın değildi. Olanlar da güçlü aydınlatmazlardı. Çırayla avlardık onları. Çıranın sıcak reçinesi kolumuza damlar, kışlık elbisemizin kolları delik deşik olurdu reçine yanıklarından. Kafası kanadının altında uyuyan kumru büyüklüğünde bu güzel kuşları avlamaktan büyük haz duyardık. O haz ben büyüdükçe vicdan azabına dönüştü. Elbisedeki çıra yanıkları gibi vicdanımın haritası.
Kar filan yok.
Bugün eve gelirken, lojmanın arkasında kaldırımda bir kumru ölüsü görünce hatırladım.
Kitap poşetinden kitapları çıkardım.
Ölü kumruyu poşete koydum.
Çöpe tenekesine attım.
Asansörde Yüksel’le karşılaştım.
Mehmet amca yüzüne ne oldu?
Ölü kuşlar istila etti diyemedim.