Bir süre Orta Anadolu’nun o soğuk şehrinde görev yaptım.
Orada tanımıştım. Sonra ahbap olduk.
Adını ‘Öğütçü’ koymuştum.
Abi bana bir nasihat ver, der, çayını içer, nasihatini alır giderdi.
Bana değil sadece, tanışıklığı olan herkesten bir nasihat isterdi.
Bazıları cidden nasihat verirdi.
Bazıları başından kovardı.
Bazıları güler geçerdi.
Bez bir çantası vardı.
Sanırsınız ki aldığı nasihatleri o çantaya dolduruyor.
Aynı nasihati verdiğinizde bunu daha önce verdiniz demezdi.
Kıyafeti ve yüz ifadesi de pek değişmezdi.
Görevim bitti, döndüm.
Yıllar geçti.
Ankara’da bir gün onunla karşılaştım.
Tanımadı.
Ooo, Öğütçü dedim.
Birden irkildi.
Karıştırdın dedi, ben o Nasihatçi değilim, ben de ona nasihat verenlerdenim.
Gözlerime öyle bir istihza ile baktı ki bu sefer ben irkildim.
Sağ eli belini yokladı.
Çekil yolumdan dedi, sen iyi adamsın, yoksa bilirdim ne yapacağını.
O bilir bilmesine de, ben ve başkası bu hâlde onun ne yapacağını bilemez, anladım.
Benzettim galiba, özür, dedim.
Geçtim, ardıma baktım.
Ardına baktı.
Korktum.
Hızlı adımlarla uzaklaştım.
