Güneş dağların üzerinden hafif mahcup bir gülümseyişle kayıp giderken, nedeni bilinmez bir titreyişle his dalgası sarıyordu kuzeylerini…
Kendini bilmez bir edayla bakıp duruyor gökyüzüne ve lanetli kehanetler geliyordu aklına bir bir…
Çınlayan kahkalar beynini öğütüyor, sonra bir bir karanlığın en derinlerine gömülüyordu sis perdesi ardındaki buğulu siluetler…
Yumuşak bir gülün naif yapraklarına serin dokunuşlar bırakarak geçen rüzgarın gittiği yöne bakakaldı sonra…
Birdenbire üşüdüğünü hatırladı elinde olmadan, yürümeliyim diye düşündü, bu şekilde ısınabilirim…
Bilinmezin şuursuzluğuna doğru isterikçe koşturuyor, acı, keskin bir rüzgarın işaret ettiği öksüz diyarlara yöneltiyordu rotasını… Kar bakışlı, suskun bir liman bulana kadar da böyle yol alacaktı vurgun yiyen hayatı…
Anlamı tatmak istiyor ancak alınyazısı düşünüşler, bir türlü tatmine yetmiyordu onu…
Çığlığının özgürlüğünü seçmek, sararmış ikramları değil, düşlerin mücerretliğini alabilmek için terk-i diyar eylemişti belki de.
Bıkmıştı artık ümitlerini atinin bilinmezliğinde aramaktan…
Mutluydu işte içinin hayal sürgününde…
Ancak nereye kadar uzanabilirdi ki, böyle bulanık, böyle eğreti, böyle nahoş…
Gerçekten nereye kadardı?
Çoğu zaman bir narlı ışığa koşan pervaneye benzetirdi insanları…
Melek yüzlü, ışıltılı ceylan bakışlı ama kibirli bu hüzmede, çoğu insanın özlenene kavuşamadan yandığını, bir acı ayazda can teslim ettiğini korku duyarak müşahede etmişti.
O talihsiz pervanelerden biri olmak istememiş, bir de hayatın arka yüzüne bakmak için düşmüştü yayan yapıldak yola…
Bu hayat onundu, kimsenin değildi ki…
Tutkulu bir kurşun gibi uzadı, gitti…
Istıraplı bir çarpışı, sallantıyı, çırpınışı, gökgürültüsünü, tükenişi, kaousu yaşadı…
İlahi, önlemenez telaffuzlar gibi marazi bir “olmaz” geçti gönlünden…
Sonra vazgeçti, geri döndü….