Birazdan okuyacağınız yazıyı, Ramazan Seydaoğlu yönetiminde yayınlanan Taşra Edebiyat dergisinin kapandığını öğrendikten sonra kaleme almış, ancak hiç bir yerde yayınlanmamıştım. Sadece Seydaoğlu’na bir çıktı alıp vermiştim. “Bak bu konuda ben ne düşünüyorum” diye. Dün gece, arşivimde gezinirken karşıma çıkınca, paylaşmanın vaktidir dedim! İşte o yazı:
Ramazan Seydaoğlu. Öğretmen. Bir genç adam. Kendini edebiyata adamış. Dergiler çıkarmış, batırmış. Karşılık beklemeden, bir eğitimcinin imkanlarını aşan çalışmaları ile kitaplar yayınlamış, yayınlıyor. Uzun soluklu Rayiha dergisinin ardından, son olarak Taşra Edebiyat dergisi için uğraş verdi.
Sanırım 2000’in Aralık ayıydı ve Seydaoğlu, Rayiha’nın ölümü üzerine yeni bir çocuk telaşına düşmüştü. Bu Taşra Edebiyat’tı. Bir gün geldi. Elinde taslakları, karalamalar, notlar ve bir liste… Ne olabilirdi ki bu liste. Taşra Edebiyat adlı yeni dergiyi çıkarmak için kendisine destek sözü verenlerin listesiydi. Liste yaklaşık 30 kişiydi. 15’e düştü. Maddi ve manevi destek verecekti bu kişiler ona. Öyle inanmış, öyle söz almıştı.
Gazete çıkaran, batıran ve son olarak da sanal alemde Dergibi.com adlı e-dergiyi yayınlayan biri olarak, biliyordum. Ne böyle bir liste, ne verilen maddi manevi destek sözleri yerini bulmayacaktı. Ve bir yandan ümidini kırmaktan da korkarak, kendimi tutamadım. Böyle listelerin, sözlerin pek de bir anlam ifade etmeyeceğini, yine bir süre sonra çıktığı yolda, bir başına kalacağını söyledim. “Biliyorum” dedi. “Böyle bir ihtimal var. Ama ben yine de çıkarmak istiyorum bu dergiyi.”
Bundan sonra bana söyleyecek bir söz kalmamıştı. Bir süre sonra derginin adı da kesinleşti. “Taşra Edebiyat”. Çok inanmıştı bu isme. Belli ki, “liste ortakları” da onu inandırmış, yüreklendirmiş, güncel/popüler deyimle “gaz vermişlerdi”. İsim konusunda da tereddütlerimi sıraladım. “Taşra” ve “Merkez” kutuplaşmasının yanlış olacağını ve böyle bir isimle çıkacak dergiye katılmayacağımı, taraf olmayacağımı bildirdim.
Fikir olarak katılmasam da, kendisini yalnız bırakamazdım. Arka planda da olsa, kendisine destek olmalıydım. Derginin temel fikrine katılmadığım için şu ana kadar adımın geçmesine izin vermedim. Teknik hazırlıklarında ona destek olmayı görev bildim. Derginin taslaklarının hazırlanmasında kendisiyle sabahlara kadar çalıştık. Sadece birinci sayının kapağı için üç kez film çıktı alındı. İç düzen için, gecelerce çalışıldı.
Ve sonunda fikrine, çizgisine katılmadığım dergi çıktı. Ama ne çıkış! Dergi, taşralı olarak merkezden intikam alıyormuş! Böyle bir intikam planı nereden çıktı. Neden böyle bir ihtiyaç duyuldu? İntikam alınanlar kimlerdi hiç bir zaman anlamadım. Neden böyle bir yenilmişlik psikolojisi, ezilmişlik! Anlamadım gitti! Bana göre böyle bir tavra hiç gerek yoktu!
Dergi ilk sayısıyla gündeme oturdu. Çok aklı selim bildiğimiz dostlar hemen derginin fikrini hedeflerine koyup, atışlara başladılar. Bazısı, adını vermediği bir taşralı dergiyi eve götürüp üzerine bir güzel gülmek istediğini yazdı. Bazısı da “taşra bizim neyimiz olur” dedi. Burada yazmaya gerek duymadığım çok çirkin çıkışlar oldu. Bir kısmı, sonradan kendileri ile görüştüğümüzde, “Valla ben onu kasdetmedim!” dedi. Haklıydı, çünkü kıvırma payı bırakmıştı. O paydan bir güzel kıvırdı.
Seydaoğlu’nun güvenip birlikte yola çıktığı insanlardan bir kısmı da ilk sayıda “merkez”e olan (ne demekse!) kinlerini dergi sayfaları aracılığıyla akıttılar.
Dilerseniz, Taşra Edebiyat’ın birinci sayısının önsözünden bir pasaj okuyalım da, net ifadeler üzerinde konuşmuş olalım:
“(…) Bir kuytulukta avaz edip de, yine bir başka kuytulukta çığlıklarını duyurmaya çalışanlara kötü gözle bakanlara inat kem gözle bakılmasın. Yıllarca ‘İpek Dili’ ile konuşanların kendilerine bakmayıp da ‘hep aynı çığlıklarla yola çıkılıyor’ avazı bir tarafa bakılsın.
Her çığlığa saygı duyulsun. Var olmanın başkalarının var oluşuna saygı duymakla mütekamil olabileceği bilinsin.
Bilinsin küçük adımlarla da menzile varılabileceği!”
Ve ilk sayının önsözünde tartışmaları alevlendiren son cümle:
“Ve nihayet taşrada olmanın taşralı/köylü olmakla uzaktan yakından ilgisi kalmadığı…”
Bu son cümle ve “İpek Dili” vurgusundan hareketle çeşitli yazılar kaleme alındı. Yazılarda, taşrada yaşamakla, taşralılık arasında bağlantı olmadığı, insanın şehirde yaşarken de düşünce olarak taşralı gibi davranabileceği vurgulandı. Eleştirilerin bir çoğu insaftan yoksundu. Kendi hayat alanlarına müdahale edilmiş gibi davranıyorlardı.
Bu tartışmalar sürerken, Taşra Edebiyat ikinci sayısını çıkardı. Bu sayının da önsözünde “aşağılık kompleksi içinde olan ve ortalığı işgal eden bazı edebiyatçılar”dan söz ediliyordu.
Dergi, üçüncü sayısında hızını alamadı ve bir “Taşra Dosyası” ile çıktı. Bu dosyanın ilk yazısı, “Taşranın merkezden intikamı” adını taşıyordu ve Mehmet Çelik imzalıydı. Gazetelerde kendilerine tahsis edilen köşeleri, babalarının malı gibi kullanan ve kendi kişisel meselelerini bu sütunlara taşıyan yazarlar ve dergilerde süregiden tartışmaları alevlendirmek için kaleme alınmıştı sanki. Ocağın altına kalın kalın odunlar atıyordu adeta. Ortada intikam alınacak birileri vardı ve bunların hakkından gelmek de “Taşra Edebiyat”ın işiydi.
Mehmet Çelik yazısında, “merkez” diye nitelediği kişilerin hemen hepsinin aslında “taşralı/köylü” olduğu gerçeğini unutarak, taşralının edebiyatla uğraşmasından merkezdekilerin rahatsız olduğunu yazıyor ve şöyle diyordu:
“Öyle ya, edebiyatla uğraşmak, sanatla uğraşmak bu cici beylerin tekelindedir. Hele edebiyat dergisi çıkarmak onlara şefaaten verilmiş bir hakktır. Taşralılar onlara peynir üretse ya!”
Burada bir konuya daha dikkat çekmek istiyorum. “Taşralı” olarak nitelendirilen ve Taşra Edebiyat’ı çıkaranların en önemli destekçilerinden bir kaçı ile “merkezli” olmayı kendisine yakışan bir elbise gibi kabul eden, bu konuda köşe sahibi olduğu gazetesinde yazılar kaleme alan kişiler aynı şehirde yaşıyorlardı. Hala da durum böyle. Aynı şehirdesiniz ama biriniz “merkez” biriniz “taşra”. Çık çıkabilirsen işin içinden!
“Taşra Dosyası”nda derginin editörü Ramazan Seydaoğlu da, “Taşra’nın doğuşu ya da gecikmiş bir yazı”da sanki saflara ayrılmak bir zorunlulukmuş gibi, “Siz hangi saftasınız?” diye soruyordu. Sanırım dergi ve ekipte oluşan toplumsal psikoloji içinde ve o dönemin şartların içinde yazılmıştı bu satırlar.
Yine üçüncü sayıda Mehmet Feyat, “Taşra benim özümdür” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Nurullah Ulutaş ise, “Edebiyatımızda Taşra ve Taşra Edebiyat” başlıklı yazıda, Taşra Edebiyat’ın, Anadolu’da çıkan tüm taşra dergilerinin işlevini üstlenen bir dergi olduğunu ileri sürüyor ve bu durumun edebiyat tarihimiz için önemli bir eylem olduğunu savunuyordu. Ulutaş, hala böyle düşünüyor mu bilmiyorum. Ancak gelinen noktada görülen o ki, Taşra Edebiyat’a çıkışında destek veren ve ateşli bir “taşralılık” savunucusu olanlar, bu sevdadan ya vazgeçtiler ya da ihmal ettiler.
Sonuçta, Taşra Edebiyat, 5 sayılık ömrü süresince, edebiyat dünyamıza 6 kitap kazandırdı. Seydaoğlu, bu sayıdan sonra, bana göre ana fikri itibarıyla yanlış bir çıkış noktası ile yola çıkan Taşra Edebiyat’a nokta koyma kararı aldı. Hayırlı olsun!