Serdar Leblebici halen İzmir’de yaşamaktadır. Resimlerinde soyut ve renkçi bir izlenim yaratmaktadır. Bedensiz ve belirsiz hatta cinsiyetsiz figürleri boyutsuz bir ortamda çizmektedir. Onun resimlerinde izleyen üzerinde bir bilinç akışı tekniği görülmektedir. Algılamanın tema üzerinde yoğunlaşmasıyla, belirginliğin soyutsal bir ize dönüşmesi söz konusu olur. Bedensiz figürlerin flu görünümleri, brüt bir yaklaşımla çizilmiş resimlerinde zihinsel algılama yaratmaktadır. Genellikle üç ana renk üzerinden yola çıkılarak (kırmızı, mavi ve sarı’nın tonları) figür ve renk tanımsallığı belirgin bir çatışkı ile belirginleşir. Sanatçının amorf tekniği sayesinde figür genel kabulün ekseninden çıkar ve başkalaşıma dönüşür. Karşımızdaki resimde imgesel bir tanımsallık söz konusu olsa bile resimdeki sahnelemenin ve atmosferin genel teması figür ve renk ikilemi üzerine kurulmuştur. Sanatçının resimlerinde belirgin bir kontur ve espas yoktur. Bunun yerine soyutluğun gizemi, gerçeküstülük, melankoli ve düşler/rüyalar yer alır. Bedensiz ve saklı bir yüzün renklerle olan donanımı sayesinde, nevrotik ve septik morbilite semtomları ile izleyen üzerinde doğrudan bir “iz” bırakır. Resimdeki brüt figürün sıcak renklerle olan yakın ilişkisi, onu bir yerde salt bir gölgeleme ile âdeta grotesk bir tiplemeye dönüştürür. Sözünü ettiğimiz bu başkalaşımla figürlerin gizemli ve merak uyandırıcı hatta kışkırtıcı flu görünümleri üzerinden temaya ulaşırız.
Serdar Leblebici’nin resimlerindeki figürlerin birçoğu melankoliyi ve çaresizliği çağrıştırır. Resimlerde figürlerin yüzleri net olarak görülmese de renklerin ve kontursuzluğun yarattığı belirsizlik, espasın yokluğu nedeniyle, baktığınız resmi bir çerçeve içinde belirlemek yetersiz olacaktır. Figürün ve renklerin yarattığı kaos, belirsizlik, melankoli ve yoğun dram nedeniyle, resim artık çerçeveden dış uzaya geçmiştir, bilinen dünyanın ve tüm yaşamsal koşulların dışında kalmıştır. Melankolik birinin yaşadığı yoğunluğun, içsel yalnızlığın, çaresizliğin ve kimsesizliğin kurgulandığı başka bir evrendedir… Figür ve renk ikileminin yarattığı çatışkı, itiş kakış, başkalaşım ve zihinsel algıda hiçliğe geçiş sonrasında, izleyen, kendi düşsel âleminde onu yeniden yaratacaktır. Resimlerde genellikle yarım bir yüz, bolca sıcak renk, bedensiz bir görünüm vardır.
Sanatçının resimlerinde Jung’un arketiplerini de bulmamız olasıdır. Bedensiz figürlerin mitolojik bir çerçeve içinde değerlendirilmeleri söz konusudur. Arkaik dönemden bugünün insanına geçen bir gizemin ilk izlerini görürüz. Resimlerdeki lekeciliğin ve sıcak-soğuk renklerin yaratıcılığında, cinsiyetsiz bedenlerin önemsizleştirildiği, bunun yerini duyguların aldığı bir teknik gözlemliyoruz. Bedenlerin varlığı fiziksel boyuttan imgesel boyuta geçmektedir. Sanatçının psikolojik derinlik içeren, tinselliğin ve imgeselliğin kendine özgü soyutluğunda yaptığı resimleri dikkatle ele alınmalıdır. Soyutlamanın belirsizliğin ötesine geçerek sanatsal bir anlam kazandığını söyleyebiliriz.
“Soyutlama, demek ki, Antik düşünürlerin mysterium tremendum olarak adlandırdıkları ve daha çağdaş bir dilde kaygı diye adlandıracağımız şeyle bağlantılıdır. ‘Özetleyelim,’ diyerek devam eder Worringer, ‘başlangıçtaki sanatsal itkinin doğanın taklidiyle alakası yoktur. Dünyanın imgesinin karmaşıklığı ve karanlığı içindeki tek dinginlik olasılığı olarak saf soyutlamanın peşindedir ve tamamen içgüdüsel biçimde, kendinden yola çıkarak geometrik soyutlama yaratır. Sanatsal itki, dünya imgesinin bütün keyfiyeti ve zamansallığı karşısında özgürleşmenin tamamlanmış ve insana uygun tek ifadesidir. (Soyut Sanat/Alain Bonfand/Çeviri: Işık Ergüden/Dost Kitabevi/s.11 1994)
Sanatçının iki resmini yorumlayacağız.
Birinci resimde kırmızı, sarı ve biraz yeşil renkler görmekteyiz. Renk skalasının tam da ortasında belirsiz bir figürün yarı bir yüzü vardır. Soyutluğun ve renklerin müzikal bir harmanlanmasıyla, bir görüntü oluşmuştur. Sanatçının kalın ve ince fırça darbeleriyle genellikle yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru yapmış olduğu irili ufaklı dokunuşlar söz konusudur. Plastik sanatların kendine özgü tanımlanmasında yer alan estetiksel yaklaşım, yorumladığımız resmin dönüşsel ve apriori bilgiselliği ile uyum içindedir. Yukarıya doğru bakan gözün iriliği, akı, yüzdeki belirsiz de olsa biraz görülebilen donuklaşmış kemik yapısı, figürün yansıttığı tiplemenin dokusunu imliyor. Ağzın yarı açıklığı ile konuşmasına engel olan yaşanmışlıklar, düş kırıklıkları, yoğun bir hüzün ve melankolik bir ifade verilmiştir. Kırmızının tonları ile oluşturulan gizem, merak, dışavurum, belki biraz da içsellik sayesinde figürle izleyen arasında bir yakınlaşma başlar. Bedensizliğin ve anatomik yapının eksikliği, figürün cinsiyetsizliği ve tanımsız yapısı onu melankolik bir düşselliğe taşır. Burada boyutsuz bir yaşam, düşler ve itkiler vardır.
Resimdeki düşsellik ve gerçeküstücülük anlayışı tematik bir biçimsizlik ile kendini yansıtmaktadır. Aslında söz konusu resim tam anlamıyla bir kapalı kompozisyon içermektedir. Temanın hayli geride kaldığı, bedensizliğin öne çıktığı, gizemin ve renklerin yarattığı imgesellik sonucunda soyutlamanın gücü belirginleşir. Renkler müzikal bir tınlamayla resmi konuşturmaya başlar.
Uyumakla uyanık olmak arasındaki bu biyolojik ve psikolojik fark, hayatımızdaki diğer davranışlar arasındaki farklılıklardan çok daha büyüktür. Uyanıkken düşünce ve duygularımızı çevremizde yaşayabilmek, çevremizi değiştirebilmek ve kendimizi koruyabilmek için kullanırız. … Uyuduğumuz zaman ise artık çevremizle ilgilenmekten vazgeçer ve tamamen içimize kapanırız. … Uyumak ve uyanık olmak var olmanın iki kutup noktasıdır. Uyanıkken en önemli görevimiz ‘hareket etmektir’. Fakat uyuduğumuz andan itibaren bu görevden kurtuluruz. Uykunun ise tek bir görevi vardır, o da kendimizi tanımaktır. Uyandığımız zaman ise ‘hareket etmemiz’ gereken hayata geri döneriz.” (Erich Fromm/Rüyalar Masallar Mitler/ Çevirenler: Aydın Arıtan- Kaan H. Ökten/Say Yayınları/s.46-47/ 2017)
Resmin allegro gibi hareketliliği yanı sıra temaya ulaşmak istediğinizde bu kez de karşınıza andanteyi andıran bir ağırlık hissedilir. Müziğin canlı renklerle dans edişini yakalayabilmek için dinginliğin özüne ulaşmak gerekir. Serdar Leblebici’nin resimlerinde düzenli iniş çıkışlı bir müzik bulamayız. Ancak yorumladığımız resimlere bakacak olursak renklerin tıpkı notalar gibi kalın ya da incelik derecesini tanırız. Kırmızının sert tonlamalarıyla bir müzik aletinden çıkan kalınlık içeren bir perde arasında bir bağlantı kurabiliriz. Diğer renklerin de incelik olarak başka bir perdenin yorumuyla eşanlamlı olduğunu söyleyebiliriz. Böylelikle sanatçının resimlerindeki geniş volümlü renkler ile ince fırça darbeleriyle çizilmiş olan ara renkler arasında hem organik hem de soyutsal bir bağlantı vardır.
Resim sanatında Vasily Kandinsky’nin resimlerinde yer alan daireler, üçgenler, yukarıya doğru ilerlermiş görünümü veren çizgiler ve şekiller bir müzik bestesini anımsatır. Vasily Kandisky’nin resimlerinde çoklu bir müzik bestesinin tınıları vardır.
“Aristoteles’e göre, renklerin de sesler gibi benzer şekilde bir araya gelmesinden, ışığın ve karanlığın, sesin boğuk ve temiz olması ya da ince ve kalın olmasına eş görülmesinden bahsederken; Platon’un döneminde ise “melodi” kavramının, “renkli” veya “renklendirilmiş” olarak tabir edilen bir dille nitelendirilmesine dikkat çekmektedir.” (Araştırma Görevlisi M. Ayça Önal/Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Müzik Bölümü, Isparta/ Araştırma Makalesi/ Müzik ve Resim İlişkisi: Resim Sanatında Müziğin Yenidenüretimine İlişkin Örnekler/2018/Isparta) 19. Yüzyıl sonlarına doğru Van Gogh ve Gauguin’le “renk orkestrasyonu”, “renk senfonisi” vb. müzik terimleri sanatın sözlüğüne girmiş, sanatçılar resimlerine sonat, senfoni, noktrin gibi adlar vermeye başlamışlardı.
….Van Gogh yazmış olduğu mektuplardan birinde; “Resimlerimle yatıştırıcı, rahatlatıcı bir şeyler söylemek istiyorum, müzik kadar yatıştırıcı bir şey”, “On iki ayrı tablo hepsi birden bir renk senfonisi oluşturacaklar….. gerçekten biraz daha uzaklaşmak, bir tür renk müziği yaratmak istiyorum” (Nazan İpşiroğlu, 2010/161)demiştir. “On iki ayrı tablo hepsi birden bir renk senfonisi oluşturacaklar” derken “Ay Çiçekleri”nde olduğu gibi aynı konuyu değişik renklerle denemişti. Bir resmi yaparken ikincisini düşünüyor, bunların iyi tanımlayabilmeleri için nasıl asılmaları gerektiği üzerinde duruyordu.
…. Resimleri ile müzik arasında ilişki kurulan Kandinsky, Schönberg’in bir konserini dinledikten sonra gelecekteki dostluklarını başlatacak olan ilk mektubunda: “Sizin bestelerinizdeki tek tek seslerin kendi yollarında bağımsız yürümelerini, özgün yaşamlarını ben de resimde bulmaya çalışıyorum. Günümüzde resimde yeni armoniyi konstruktif yolda arama eğilimi var. Ritim hemen hemen hep geometri biçimleri üzerine kuruluyor. Ben yeni armoninin geometri yoluyla değil, tersine antigeometrik, antilogic yoldan bulunacağına inanıyorum” şeklinde yazmıştır.” (Serap Akbaş/Yıldız Journal Of Art And Design/ Volume:1, Issue: 2, 2014, pp 16-25/Kocaeli Üniversitesi G. S.F. Plastik Sanatlar /Sanatta Yeterlik Öğrencisi)
Serdar Leblebici’nin her iki resminde de müzikal bir tınlamayı duyumsayacağınız gibi, bedensel soyutlamanın imgesel dönüşümünü de görüyorsunuz.
Sanatçının ikinci resminde ise siyah renk hâkimiyeti vardır. Kalın ve geniş fırça darbeleriyle oluşturulan gizemli bir karartı vardır. Fonda ise kaynağı belirsiz bir ışık huzmesi göze çarpmaktadır. Resmin sağ tarafından bir dalga halinde sızan bu ışık huzmesi resme loş bir görüntü katmıştır. Fonun tamamında bu ışığın yarı açık tonları seçilmektedir. Figürün üzerinde soyutlama tekniği ile yapılmış bir kaban ya da benzeri bir örtü izlenimi verilmiştir. Birinci resimde olduğu gibi, bu resimde de yine sağ göz açıktadır ama bu defa izleyene doğru yönelmiştir. Gözün anlamlı bakışında kendini kanıtlama, bir arayış ya da bir karşı koyuş yoktur. Gözün çevresindeki kızarıklık bize ağlama duygusu yaşatmaktadır. Sanki biraz önce hüzünlenmiş ve ağlamıştır. Figürün koyu siyahlık içinde kalması ise onun yaşadığı bunalımı ve melankoliyi yansıtmak için kullanılmıştır.
Bu resimde de bedensel bir yok oluşun ve hiçliğe dönüşmenin ipuçlarını gözlemliyoruz. Gözün üstündeki tel tel dökülmüş saçlar ıslaklık olduğunu imliyor. Fondaki loş ışığın güçlükle aydınlatmaya çalıştığı, belki de bilinçli bir yönlendirme ile gizem kattığı bu atmosferin, resmin soyutlanmasına yönelik olduğunu söyleyebiliriz.
Figürün yüz kısmında beyaz ve sarı renklerin tonları görülmektedir. Profilden yaratılan bu görüntüde yine kontur ve espas yokluğu dikkat çekmektedir. Bedensel yokluğun salt bir göz temasına indirgenmesiyle oluşturulan resimde, soyutlamanın sert inişli çıkışlı vurgulamalar ile bir boşluk duygusu yaratılmıştır. Brüt resmin soyutlamasında figürün varlığı bireysel olmaktan ziyade, müziksel bir tınının ve hiçlik duygusunun boşluğunda karşımıza çıkmaktadır. Kocaman bir leke gibi görülen siyahlık resmin soyutluğunda gözden giderek kaybolur. Sonrasında hiçlik ve yokluk zamansız/mekânsız/uzamsız bir düşselliğin içinde kendini yeniden var edecektir. Serdar Leblebici’nin portrelerindeki düşünsel derinlik, izleyen üzerinde kalıcı bir etki bırakmaktadır.