Ne geçiyor o habis beyninden? Yine nasıl bir bozgun peşindesin? Tam olarak daha ne kadar kendi cinsinden senin gibi düşünmeyenin kanı soğutur sendeki seni? O ben esaretinden kurtulmak için kaç euzu gerekiyor sana?
Oysa sen değil miydin, bezm-i elestte seni kendi ruhundan bir nefesle şereflendirip sana belki kurtulursun diye bir fırsat sunan Mükevvin’e söz veren? Tüm bu serüven senin o ahdinle başlamadı mı? Bu hâlinle mi kafa tutacaksın, senden çok daha önce yaratılan ve tecrübesi senden çok daha fazla olan özü dumansız alev olana?
Gerçi bugün böyle değildin ki sen. Sözünü bu kaçıncı tepeleyişin olacak saydın mı? Sapmak için ne çok bahanen var değil mi?
Şimdi sen yine duramaz bulursun altından bir buzağı heykeli. Firavunun ve akıl hocası Haman’ın zelilliğine gözleri ile şahit olup inandım iman ettim demesine rağmen, kısa bir süreliğine oradan ayrılıp yaratıcının bizatihi kendisiyle görüşmek için Tura giden Musa ne eylesin artık Samiri’ye? Ne verebilir ona ve böğüren buzağı putuna tapan putperest güruhuna?
Peki, ikisi de odun olan, senin gargatınla inleyen hurma kütüğünün kaderi aynı mı sence ya da karakteri?
Sırf ziyansın…
Nasıl böyle sadakatsiz olabilirsin ya da nasıl böyle sadık?
Aslında tövbenin en son merhalesi, Allah’tan beri olan her şeye pişmanlık duyup terk eden sufinin hâssü’l-havâs hallerine bürün demiyor ki kimse sana.
Veya kalbini masivadan arındırıp “Ene’l Hak” diyerek kimine göre şirk ama aslında aşka sebatin uç noktalarında kendinden emin bir şekilde hakikatin ötesine yürüyen velinin cezbe halini anlama gibi bir idrakte beklemiyor kimse senden.
Onlar benlerindeki beni ayaklarının altında çiğneyecek kadar güçlendirmişler besmelelerini.
Baksana nasıl da hamuru salsal olandan iki zıt kutup çıkarıyor Melik? Birine gayyanın en dibi layık iken, diğerinin uğruna var oluyor âlem. Âlem dediysek, zerreden küreye sende saklı ve seni anlatıyor her şey.
Zaten emir de, en sevgiliyi bile kocatıp ağırlığı karşısında korkutup ezecek kadar açık seçik değil mi?
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”
Sermayesi ne ki doğru olmanın?
Ama gaybın sahibi biliyordu her şeyi ve herkesi.
O yüzden kitaplarının birindeki ilk söz “Yaşat!”, diğerindeki “Dürüst ol!”, bir diğerindeki ise “Sev!” idi.
Bizim hissemize belki de en ağırı düştü.
Artık sen inanıp kurtulasın diye, ne “n’olur inan!” şeklinde yalvaran bir nebi gelecek, ne deniz yarılacak, ne demir elde yumuşayacak, ne ölü dirilecek, ne çamurdan kuş canlanıp uçacak ne de kimse çıkıp karıncayla börtü böcekle muhabbet edecek.
Bizdeki mucize, son kelamın bizzat kendisi payımıza düşen ise sözcüklerdeki manayı akıl edip derinliğini hissetmek.
Ondan sonra ister kuşu konuşturur, ister suda yürürsün, istersen de bir günlük mesafeye saniyesinde gidersin; o sana kalmış.
O manalardaki derinliği görüp anladıktan sonra tüm bunları maharet olarak görürsen tabii…
Yani sözün hülasası bizim felaketimiz cehalet.
Sanki hassas noktası yaşatmamak, düzenbazlık ve sevmemek olan kavimlerin kitaplarında yazanlarına muhalif olduklarındaki başlarına gelecek olan tüm melanetler biz okumayınca başımıza gelecek.
Okuyup anlamayınca, anladığın uygulamayınca, uyguladığıyla yaşamayınca…
Keşke “ölüp gideceğiz şu su dedikleri şeyi görmeden,” diyen balığın sorumsuzluğu bizde de olsa. Ama bir amaç, bir görev uğuruna buradayız.
O zaman kalbi boş tutmamalı. Çünkü en hassas yerden girer en şirret. Zira boş kalpler şehvetin emir eri olur.