Afedersiniz telefonunuzu kullanabilir miyim?’ diye başlanabilir bir konuşmaya. Bu konuşma ne kadar gereklidir diye sormaz kimse. Neden sorsun ki? Umurunda bile değildir çok kimsenin. Telefonun hikmetini bilenler hariç.

Gel sana rüyamı anlatayım . Şimdi kocaman bir salon düşün. Koskocaman. O salonda tanıdığın ne kadar kişi varsa toplanmış. Öbekler oluşturulmuş içlerinde üç-beş kişi bulunan. Yanıbaşında da ben varım.

Bizim öbeğimizde en yakınlarımız ve en sevdiklerimiz var. En-ler. Sonra bir telefon çalıyor. Çın çın ötüyor koca salon. Salondaki uğultu kesiliyor birden. Başını hafifçe yukarıya doğru kaldırıp ‘efendim’ diyorsun. Bir kadın sesi yankılanıyor salonda. O. ‘Gel’ diyor sana. Gidiyorsun.
Sen gidince – nasıl oluyorsa – salondaki bir sürü öbeğin içindeki bir sürü kişi teker teker yok oluyor. Yok olan her kişi ile birlikte gözümün önüne bir perde iniyor. Ses tellerime birer çentik atılıyor. Yok olan her kişi bir saç telimi alıyor.

Sonunda salonda hiç kimse kalmadı. Her biri beni acıta acıta ama bunu hiç düşünmeden senin peşinden gittiler. Hiç kimsem kalmadı. Hiç sesim kalmadı. Hiç saçım kalmadı. Hiç göremedim. Sesimin çıkmadığını bile bile senden duyduğum son kelimeyi tekrarlamaya çalıştım . ’Efendim.’ Kendi sesimi duyamayınca çok üzüldüm. Koşa koşa bir duvara ulaştım. Ellerimle duvara efendim yazmaya çalıştım. Göremedim. Seni düşlemeye başladım diz çöküp yere. Aklımda ilk yer ettiğin günden başlayarak, her biri usta bir fotoğraf sanatçısının çekmiş olabileceği gibi ancak, kare kare seni düşündüm. Her kare kendine özgü bir güzellikte. Öndekini alıp, bakıp, en arkaya geçiriyorum. Elime aldığım her fotoğrafta seri bir şekilde başka fotoğrafları hatırlıyorum. Sekine sahibi, hafif uykulu bir tebessüm yayılıyor dudaklarıma. Ara ara hafif flu fotoğraflarla karşılaşıyorum. Flu fotoğraf karelerine baktıkça, acı çekmekte
olan bir yüz ifadem ve ıslak gözlerim oluyor. Olsun. Ben senin her halini seviyorum. Flu fotoğraf karelerini diğerlerine nazaran daha kısa bir süre tutuyorum ilk sırada.

İşte güzel çocuk. Rüyam böyle. Başı ve sonu da var ama anlatmamak istiyorum. Yalnız, rüyanın en sevdiğim yanını anlatmadan geçemeyeceğim. O çöküp kaldığım duvarın dibinde, hiç görmediğim halde aklımda karmakarışık görüntülerle, hiç duyamadığım halde kulağımda binlerce uğultuyla uyuyakaldım. Rüyamda uyandığımda yanımda sen vardın. Hemen yanımda. Sen de yeni uyanmıştın uykundan. Güzel gözlerin hafif şişmişti. Gerinme ihtiyacının olduğunu hissettim. Biraz sırtının uyuştuğunu. Sol omzunun rüzgar aldığı için ağrıdığını. Öyle güzeldin ki! Sen kendini benim seni sevdiğim gibi sevseydin, rüyamın o kısmını senin de görmeni isterdim… Ama maalesef. Hep birlikte olsak bile seni severken yalnızım ben…

Şimdi sokakları görüyorum. Hareket eden varlıklar daha çekiyor dikkatimi. Kahvehaneye gidip bir sigara yakıyorum. Tanıdık yüzleri selamlıyorum. Ben istemeden geliyor çayım. Çayım benzemiyor hiç olmazsa diğerlerininkine. Limonlu çayımı yudumlarken oralara yalnız beni görmek için gelen sevgi israfçılarını uzaklaştırabilecek yeni alternatifler geliştiriyorum. Bu düşüncelerden sıyrılmam fazla zaman almıyor. Benim o kahvehaneye gitme sebebim düşüyor çünkü gözümden sehpanın üzerine.

‘BEN ÖLDÜM / DAHA DA ÖLÜRÜM ‘ diyorum . Alnımda kocaman bir et beni oluyor mısralar. Yine de engellemek istemiyorum şairliğimi. Bu istememezlik durumumun vehametini çarpıyor yüzüme. Hatun kişiliğimde şairliğimi, alnımdaki büyük et beni olarak taşıyorum. Ayaklarımı seviyorum. Yorulmuyorlar öyle çabuk çabuk. Kalbimden daha sağlam ayaklarım, ruhumdan daha sağlam sanki. Yürüyorum sokakları. Caddelerden geçiyorum sessizce. Bir kuş uçuyor kanatlarını saçıma sürüyerek başımın üzerinden. Elime bir ayet bağlayıp gezdiğim şehirleri
hatırlıyorum. Ağlamakla gülümsemek arasında bir yakaza hali yaşıyorum.

%d blogcu bunu beğendi: