Uzun zaman oldu kağıdı elime almayalı. Yazacaklarım tükendiğinden değil ne kadar yazılsa da konunun sonunun gelmediğini gördüğümden ürküp kaçtım kalemin gölgesine. Gölgeden seyrettim dışarısını, kargayı ve kartalı, gülün tomurcuklanmasını ve soluşunu, gökte ışıldayan ateştopunu ve diğerlerini… Bir kadın gördüm, yürüyüş yolunda, düşünceli yürürken.Önünde iki kadın daha eşofmanları giymiş, günlük makyajını yapmış, altınlar kollarında, kimbilir neyin dedikodusunu yapmaktalar. Yanlarından walkman dinleyen, şortlu, yaşlıca bir adamcağız koşarak geçti. O geçerken sustular ve onlar da hızlandı, hallerinden utanarak ama sonra eski hızlarına ve konuşmalarına geri döndüler. Sağ tarafta kay kay ile gösteri yapan başları kasklı çocuklar yüksekçe bir tepeye çıkıp, oradan dengelerini kaybetmeden aşağıya inmeye çalışıyorlar.
Kadının saçları önüne düşmüş, o ise düşüncelerini de örttüğü için memnun halinden ve konuşuyor içinden; “Bu konuyu ne zaman hatırlasam başkalarını ama en çok kendimi suçluyorum. Suçlamak ya da suçlanmaktan hoşlanmadığım için artık düşünmek istemiyorum geçenleri.” Yolun kıvrımıyla beraber sağa döndü, etraf tenhalaşmıştı. Derken ileride, sol tarafta çay bahçesini gördü, ağaçların arasında. Bir sonraki turda dünlenmek için buraya uğrarım diye düşündü. Kavaklı Çay Bahçesi’ne. Radyonun sesini biraz daha açıp tekrar düşüncelere daldı.
“Sanki iki kişi dolaşıyorum. Hem içimde, hem yanımda olan biri. Canlı değil, onu göremiyorum. Tam yaşamadığını düşündüğümde nefesini hissediyorum. Adım atarken beni destekliyor, başkasıyla konuşurken engelliyor. Sadece onunla dolaşmamı arzuluyor, oysa dolaşırken sarılabileceğim bedeni yok. Bir tür paranoya mı benimkisi? Öyle çok benimle ki kimseyi özlememe fırsat vermiyor; çünkü özleyebileceğim tüm davranışlar onda. Ama yine de kendimi yalnız hissetmeme engel olamıyor; çünkü böyle bir durumda tutabileceğim bir çift elden yoksun. Ve ben, gece ile gündüz arasında, evde, işte, ne ondan kurtulmak istiyorum ne de onunla kalmak. Onu unutacak olsam, bir boşluk yerleşiyor içime; değil konuşmadan beni anlayacak, konuştuğum zaman da bile zırvaladığımı düşünmeyecek kimse bulamıyorum. Ve onu çağırıyorum.
Bana gülen gözlerle yaklaşıyor adeta, içimde konuşan sesinden hissediyorum bunu. Eften püften şeylerden bahsediyor, benim biraz önce bahsetmek istediklerimden. Sonra giderek hep onunla konuşup, onunla tartıştığım, onun fikrini aldığım ve onun zevklerini üstüme geçirdiğimi düşünüp kurtulmalıyım diyorum. Bir sabah uyansam hatta sabahı beklemeden yüzümü yan tarafa çevirsem ve bir daha hiç karşılaşmayacağımızı bilsem. Tüm bunlar öyle komik bir kapalılıkta gerçekleşiyor ki, dışarıdan görünen hiçbir tuhaflık yok, ne bir insan ne de boşlukla aramda geçen diyalog. Yalnız bir insanım o kadar, belki biraz da içine kapanık demeliyim. Peki ya kimse tarafından görülmeyen iç dünyam ne alemde? Olmaz diyorum birden.
Bunca zaman konuşup dertleşmenin ardından gözümü yana kaçırmamla bitecek kadar kolay mıydı yaşamak? Her anımı benimle geçirmesinden bahsetmiyorum, aynı havayı solumak ve aynı gözlerle görüp dile getirmek olan biteni ve şimdi görmeyecek o gözler seni ve beni öyle mi?
Belki o zaman insanlara gidip hiç tanımadıkları seni soracağım, tarifini bilmeden. Artık deli damgasını da taşırım göğsümü gere gere. Ve sen benimle yürümeyeceksin, çayımı yudumlamayacaksın, bana “sigara içme” demeyeceksin. İyi de az önce uzaklaşmak isteyen ben değil miydim senden? Senden mi kurtulmak istedim paylaşılanlardan mı? Ve aniden ölümün canlanıyor gözümün önünde. İnsan tanımadığı birinin ölümünü düşünebilir mi? Peki düzeltiyorum cümlemi, kimseyi seni tanıdığım kadar iyi tanımadım şimdiye dek. Öyleyse görmediğim birinin cenazesi canlanabilir mı hayalimde diye sorayım sana. Bunu sen bile cevaplamayazsın; çünkü henüz benim kadar delirmedin.
Biraz önce seni terkedememekten bahsediyordum, şimdi öleceğin karabasanıyla kahroluyorum. Sanırım bir doktora gitmeliyim, bana biraz ilaç versin ve uykuya dalayım. Ya sen ne yapacaksın? Uykuya mı dalacaksın sen de, benden özenip? Yoksa başımda oturup kitap mı okuyacaksın, gözlerin çokluk uzaklara dalarak. Bana yeşil vadilerden, güneşin yaprakları uyandırmasından, yaşlı tavşanın kovuğundan büyük bir sessizlik içinde çıkıp uyanan yaprakları kemirmesinden ve tilkinin, tavşan ne kadar etrafına bakınsa da onu bir anda yakalayıp midesine indirmesinden mi bahsedeceksin, yoksa…
Neler yapabileceğinin sonu yok, anlattıklarından sıkıldığım da yalan. Sadece bir mazeret arıyorum, normal insanlar gibi karşımda oturan, dokunabileceğim birisiyle tartışabilmek, şu başı ve sonu olmayan hayalden kurtulmayı istemek ve gerçekten kurtulabilmek için. Sahi sen kaç seneden beri içimde veya dışımdasın, ama kesinlikle benimlesin? Sanırım parktaydım, yine şimdiki gibi, yürürken yalnızlıktan bunalmış acaba yeni hikayemde hangi sokak çocuğuyla ya da pencereme konan güvercinle dost olsam diye düşünüyordum. Dostluğu ancak hikayelerimde yaşayabildiğim için hayıflanarak ilerliyordum ve belki de ağlıyordum, yağmuru ve az sonra bastıracak karanlığı fırsat bilerek. Bir pakete yakın sigara içmiştim sırf parmaklarımın arasında tutabileceğim birşey olsun diye. Ve seninle konuşmaya başladık, tanışmadan, selamlaşmadan.
Nerden, hangi aralıkta geldiğini görmemiştim. Aslında o dalgınlıkla buna şaşmamam gerekir. Sesin yumuşaktı, benim ses tonuma yakındı ama fısıltı gibiydi, başkasının duymasından çekinirmişcesine. Herhalde karanlıktan demiştim göremiyorum seni, elbet ışığa çıkarız. Sen de, seni hiç karanlıkta bırakmasam ama hep böyle karanlıkta kalsam olur mu demiştin de kalbim nasıl atmıştı; ilk defa benimle böyle konuşan biri çıktı diye. Sonra anladım ki ancak hayallerle yapılıyor böyle konuşmalar, gerçeğe dönüşmeyecek kadar komik ve gereksiz çünkü gerçekte ne olursa olsun hep yalnızız. Senden bu cümleyi duyduğumda kalbim nasıl atıyorsa, iki sene geçip de artık hayalimi yakmam gerektiğini düşündüğümde aynı şekilde atıyor. Bunun gerekli olduğunu düşünen ve gerekli olan herşeye lanet eden ben.”
Birisi kadını kolundan yakaladı ve kaldırıma geri çekti: ” O araba çarpsaydı nasıl sağ kalırdınız kimbilir, dikkatli olun bayan!”
11/07/1999 23:10