Ben böyle değildim eskiden…

Hiç konuşmazdım, susardım hep. Susmaktan hoşlanır, zevk alırdım adeta. Susmak belki yaradılışımda vardı, belki böylesi yakışıyordu bana: ama besbelliydi ki susmayı tercih etmem daha çok bunun gerekli olduğuna inandığım içindi. Susmak başlı başına bir eylemdi bana göre; nice konuşmalardan daha iyi anlatırdı bazı şeyleri. Konuşmak rahatsız ediyor sıkıyordu beni, tedirgin kılıyordu. Çünkü konuşulanlar hep bir tekrardı, anlamsızdı, bir tazeliği yoktu; o kadar içtenliksiz, o kadar ciddiyetsizlerdi ki. Şimdiyse bu suskunluğumu örtmek için konuşuyorum. Bir giz gibi saklıyorum susmacılığımı. Bir ayıp değil, değerli bir yetenek gibi koruyorum onu. Konuşmamak için konuşuyorum.

Ben böyle değildim eskiden…

Neysem o idim.

İnsanları nasıl iç yüzleriyle daha doğrusu tek ve gerçek olan yüzleriyle görmek istiyorsam, ben de öyle görünürdüm. Birkaç yüzlülüğü bilmezdim. Bilmezdim riyayı, gösterişi. İnsanların gözleriyle yalan söylediklerine, yüzleriyle yalan söylediklerine inanmazdım. Halleriyle insanları aldattıklarına, dilleriyle insanları kandırdıklarına, elleriyle insanları dolandırdıklarına. Nasıl inanabilirdim ki. Buna inanmak insana inanmamak demekti. Çünkü insana yakışan doğru olmaktı, dürüst olmaktı, açık olmaktı. Çünkü insanı onurlu kılan değerlerdi bunlar. İnsanı insan yapan, onu yücelten özelliklerdi. Yoksa nasıl dururdu ayakta insan, nasıl kalırdı içtenlik olmadan, sevgi olmadan, özveri olmadan ayakta nasıl.

Çünkü biz insanı var edene, onun var ettiklerine inanıyorduk.

Şimdi insanlar kendimi olduğum gibi göstermeme izin vermiyorlar. İçimi ortaya koymama engel oluyorlar. Yüreğimi açamıyorum onlara. Başka türlü, hep olmadığım gibi görünmemi, öyle davranmamı istiyorlar benden. Olaylar neyi gerektiriyorsa, zaman nasıl işliyorsa, başkaları ne bekliyorsa, öyle olmamı, ikinci bir yüz, üçüncü bir yüz kullanmamı istiyorlar. Benim olmayan bir tavra bürünmeye zorluyorlar beni, benden doğmayan hareketleri yapmaya, isteklerimin dışında bir tutuma. İnandıklarımın tersine bir davranışa, değerlerimin aksine bir yaşama biçimine, iman ettiklerimin çok uzağında bir hayat tarzına. Hazırlanmış, düzelenmiş, yapmacık bir yaşantıya. Ne korkunç. ne gülünç, ne acı bir yaşamak.

Ben böyle değildim. Biz böyle değildik. Eskiden…

Kitapları insanlara değişmezdim. Kitabı insandan değerli görürdüm. Bir kitap bir insandan, daha doğrusu sıradan bir insandan daha önemliydi bana göre. Bir kitab bir insandan daha canlı, daha yaşayan bir şeydi benim için. Şu her gün yiyip içip, eğlenip yatan insanların ne kıymeti olabilirdi. Bıkmadan usanmadan, yıllarca aynı hayatı yaşayan, yani yaşayıp duran insanlar ne verebilirlerdi bana ve diğer insanlara. Kendilerine bir şey vermemişlerdi ki. Kendileri değillerdi ki yaşayan, yaşayan sanılan.

Aşksız, heyecansız, acısız, ızdırapsız…

Kalemsiz, kağıtsız, mürekkepsiz, kitapsız…

Oldukça rahat yaşayan bu insanların diğer canlılardan ya da bitkilerden ne farkları vardı. Bunlar gerçekten insan mıydı?

Oysa ki kitapların bir geçmişi, bir yaşayan anları, bir geleceği vardı.

Kanları mürekkep olan, damarları satırlar olan, yaprakları organlar olan, derileri kapaklar olan, yüzleri bir kompozisyon olan capcanlı varlıklardı. Kitapları şimdiki zaman içerisinde yakalayıp bağrına basmak değil midir insanın ödevi? Birlikte yaşadığımız, iç içe olduğumuz, yanyana durduğumuz kitapları. Nefesimizin nefesine karıştığı kitapları. Sıcacık yavruları. Elbette ki insanların saatlerce süren geçici ve içeriksiz konuşmalarına, soğuk mu soğuk sözlerine kan sıcaklığındaki kitapları, buharı kalkan sayfaları tercih edecektim. İnsanların tiksindirici kokusundan kaçıp, kağıdın ve mürekkebin kalp ve kafa okşayan kokusunu duyacaktım, içime çekecektim.

Şimdi kitapları yalnızca seyrediyorum. Vitrin görgümü, kapak kültürümü artırıyorum. Uzaktan bakıyorum onlara. Zavallı yavrucaklar nasıl da tozlanmışlar, nasıl da sahipsizler, öksüzler, yetimler, boynu bükükler.

Bir gün bir gecede, hatta birkaç saatte devirdiğim kitapları, zar zor bir haftada, kimilerini bir ayda bitirebiliyorum. Buna da okumak denirse tabii eskisi gibi bir nefeste değil, binbir nefeste dinlene dinlene okuyorum. Kimilerinin ise henüz kapağını açmış değilim. Kimilerini almış bile değilim. Pahalı güzelleri…benim. Güzelliğine paha biçilmiyor zahir.

İnsanlara: dönüp yüzüne bile bakmadığım insanlara, dinlemediğim ya da lütfen kulak verdiğim insanlara şimdi kitaplardan daha çok zaman ayırıyorum, belki de ayırıyor gözüküyorum. Öyle görünmek zorunda mıyım?

Kitaplar beni bekliyorken, kitaplar böyle dururken, kitaplar beni çağırıyorken, insanlara niye gidiyorum, insanlara niye kaçıyorum, onlardan kaçmalıyken, onları görmemek, onlara görünmemek varken.

Bunca güzel kitap varken, gittikçe insanları mı seviyorum nedir?

(Dergâh / Sayı:17, Temmuz 1991)

%d blogcu bunu beğendi: