Say bakalım:
Baş Parmak, Badem Parmak, Orta Direk, Leyla Hatun, Küçük Çavuş. Küçük Çavuş dediği serçe parmağı. Sırayla işte. Bu bir kuş tutmuş, bu yolmuş, bu pişirmiş, bu yemiş, bu da hani bana hani bana demiş. Çok da sevimli yapıyor kerata. Kerata dediğim de ayakkabı çekeceği değil. Dalından topladığım bir avuç karadutu avucuna koydum, taştı. Ağzına götürdü. Ağzı mürekkeplendi. Bir sevimli oldu kerata. Canım parmak dut çekti. Aşağıdaki dalları kasten kesmişler. Bu yaşta başına da çıkamam ki. Kapıcının oğlundan rica ettim. Altına çarşaf serdim. Dallardan dolu gibi dut döküldükçe bebe bir seviniyor, bir seviniyor. Bu dutu babam dikmiş. Piç dutmuş. Aşılamış. Babamın tetik parmağı bildim bileli yoktu. Askerde iyi nişancıymış. Geldikten sonra makineye kaptırmış. Saydırırken parmak kökü de aynı bademe benzerdi. Ne zaman silah görse tetik parmağı kaşınırmış. Olmayan parmak nasıl kaşınır. Sanki varmış da kaşınırmış gibi sahiden kaşınırmış. Üstelik parmak ucundan üst boğumun altında doğru bir soğukluk da hücum edermiş. Anlatırdı da inanmazdım. Fantom ağrı. Budanmış ağaç gibiydi babamın eli. Babamın eli ağaçların en güzeliydi. Bak, bu bebenin elleri, badem parmağı benzemesin, ne kadar da benziyor babamın eline. Bir de ön dişleri yok mu, aynı babam, gülünce en çok. Geçen mezarına gittik. Ellerini açıp yeni öğrendiği Fatiha’yı okurken beş kuş döndü mezarlığın üstünde. Dönüp durdular. Arkasından bir yağmur… Sayılmaz.