Bazen tanıdık bir kenti bir tabak şeklinde çizerdi. Öyle minyatür gibi işlerdi ki, evinizi bulabilirdiniz. Hiç tanımadığınız, hiç kimsenin tanımadığı, tanımayacağı kentler de çizerdi bir A4 sayfasına. Tuhaf bir dil konuşurdu o kentin insanları, çizerken konuştuklarından anlardınız bu tuhaflığı. Yoğunlaştığında davul çalsanız, etine iğne batırsanız dağılmazdı dikkati. İlginç hediyeleri olurdu dostlarına. Bir vazoda bir çınar resmi, bir dağın gülümserken, ağlarken resmi, bir insanın yüz bir farklı yüz ifadesinin yer aldığı resimler… Bir yüzük; görünür iç kısmına evliliğin doğal sonucu olarak yaşanacakların resmi filan…
Sipariş kabul etmezdi. Canı ne isterse onu çizerdi.
Çizgiyi bıraktı.
Kitapları bıraktı.
Dostlarını bıraktı.
Kayboldu.
Uzun yıllar kimse ondan haber alamadı.
Afrika’da, Çin’de olduğuna, Eskimolarla yaşadığına dair çeşitli söylentiler çıktı.
Zamanla bu söylentiler de unutuldu.
Geçen gördüm onu.
Benzettim sandım.
Sağ kaşının kenarındaki doğum lekesinden, sol elinin başparmak içindeki çakı yarasından o olduğunu anladım.
Konuşamıyordu.
Yine bir şeyler söylüyordu bilmediğim bir dilde.
Üst baş perişandı.
Adıyla hitap ettim.
Boş baktı.
Ona kendine nasıl anlatacağımı bilemedim.
Kendimi de.
İlgilenmedi zaten.
Alıp berbere götürmek, yemek ısmarlamak, kahve ikram etmek geçti içimden.
Açık sol elini mütemadiyen yanımızdan geçenlere uzatıyordu, onunla beraber yürürken.
Sonra varlığımdan rahatsız oldu.
Bilmediğim bir dilde küfretti bana
Bilmediğim bir hareket çekti.
Sırıttı.
Sonra bir fırtına çıktı.
Havada bütün çizgileri bir birine karıştı, saksılarda çınarlar devrildi, dağların bulutları kaynaştı, şehirde göz gözü görmez oldu.
Bir an içinde oldu bunlar.
Fırtına geçti.
O kadar minyatürleşmiştim ki, kaldırımda dolaşan bir sarı karıncayla burun buruna geldim.
Karınca bana dedi ki…