Besenli Mustafa’nın ağzında diş kalmamıştı. Damaklarını birbirine basarak peltek peltek konuşuyor, ne dediği anlaşılmıyordu. Yukarı Karasar mahallesinin dağa kavuşan bir yerindeki tek katlı taş evinin kilerinde, önündeki boş tabakta bir şeyler varmış, yiyormuş gibi, eliyle boşluktan bir şey alıyor ağzına götürüyor, her yanı ağrıyan zayıf, çelimsiz bedeniyle öne doğru eğilip eğilip sallanıyor, boşluğa bakarak kendi kendine konuşuyordu : “Atım öldü. Bir tane daha aldım. O da öldü. Bir tane daha aldım. At arabacılığı yapıyordum. At arabacılığında iyi para vardı. O zaman taksiler yoktu. O zamanın taksileri bizdik. Sonra taksiler çıktı. Arabacılıkta para kalmadı. Ata bakmak da zordu. Atımı sattım. -Sesi ağlamaklı- Atımı niye sattım? Atım, yeni sahibi götürürken bana ağlayarak baktı. Atımı satmayacaktım. Bana yıllarca ekmek yedirdi. Ona vefasızlık ettim. Sonra büyük oğlan başıma kamyon işini sardı. Bu kamyon işine girmeyecektim. At arabası daha iyiymiş. Bilemedim. Kamyonculuğa başladım. Meğer derdi ne çokmuş. Sultan’la evliydim o zamanlar. Sultan bana beş çocuk verdi. Evin işlerini tek başına görürdü. Ata bakardı. Ahırı temizlerdi. Bu kamyonu alma, atı satma dedi, dinlemedim. O benim sultanımdı. Bilemedim. Onun kıymetini bilemedim. Kamyonu alınca işler daha iyiye gidecek sandım. Sultan onca çocuk, tarla tıpan, ev işleri derken yıprandı, yaşlandı, çaptan düştü. Halbuki o benim hayat yoldaşımdı, dert ortağımdı, göremedim. Bir de bu kadın hastalığı çıkınca, ona baskı yapmaya başladım. Ben evleneceğim dedim. Yapma dedi. Yok yapacağım dedim. Gel kıyma bana dedi. Yok kıyacağım dedim. Sen bilirsin dedi. Bu yaştan sonra başına iş alacaksın. Bak gör iyi olmayacak. Onu dinlemedim. Keşke dinleseymişim. Bilemedim. Peki dedi bir kadın daha getir. Hükumet nikahını bozalım ama hoca nikahımız kalsın nolur nolmaz dedi. Tamam dedim. Sen yine başımın tacısın. Burada, evde kal, sana bir oda verelim dedim. Olur dedi. Dedi ama meğer içinde fırtınalar koparmış, göremedim. Oraya buraya danıştım, derken komşulardan biri, Garnıböyük’ün ortanca kızı var dedi, Emine, onu alalım sana. Tamam dedim. Emine’yi görünce, bak bu iyi olacak işte dedim, hem Sultan’a da hizmet eder. Emine’yi eve getirdik. Evin işini gücünü yapıyordu, bana bakıyordu, yeni avrat ne de olsa bana da iyi geldi. Ondan da bir çocuğum olsun istedim, olmadı, kısırmış meğer. Olsun dedim. Böyle böyle üç sene geçti. Bir gün Sultan beni kenara çekti, taze avradın yaramazlık yapıyor dedi. Senin ne dediğini kulağın duyuyor mu dedim. Kıskandığını sandım. Evin en büyük odasında yaşıyorduk onunla. Sultan bu kilerin yanındaki küçük odadaydı. Hırslandığını sandım, bu yüzden böyle konuşuyordu. Çok sinirlendim. Gece gözüme uyku girmedi. Sabahı zor ettim. Sultan’ın odasına girdim, üzerine yürüdüm. Defol git bu evden dedim. Bağırdım çağırdım, birkaç tane tokat vurdum. Sultan ağladı. Çok zoruna gitmişti, içli içli ağladı. Bir çıkın yaptı, birkaç zıbınını aldı, hiçbir şey demeden çekip gitti. Çocuklar çok üzüldü. Onlara da bağırdım. İçime kurt düşmüştü. Emine beni aldatıyor muydu gerçekten? İçim içimi yiyordu. Yok bu böyle olmaz dedim. Bir gün, ben Antalya’ya yük götüreceğim, birkaç gün yokum dedim, evden çıktım. Kamyonu çarşıya getirdim, bir yere park ettim, geri döndüm. Gizlice eve girdim. Saklandım. Çocuklar okula gitmişlerdi. Evde Emine’den başka kimse yoktu. Meğer o da yıkanıyormuş. Hamamdan çıktı. Süslendi püslendi. Kokular süründü. Burnuma güzel kokuları geldi. Çok geçmedi, kapı çaldı. Bu koşarak heyecanla kapıyı açtı. Meğer dostu gelmiş. Ne zamandır beni boynuzluyordu, bilemedim. O kadar zoruma gitti ki. Şeytan çık dedi, ikisini de öldür. Sonra değmez dedim. Nalet olsun! Bunlar şeytana uyarken gizlice çıkıp gittim. İki gün sonra bunu karşıma aldım. Her şeyi biliyorum, dedim. Bu şaşırdı tabi, yüzü kireç gibi oldu. Bana bu kansızlığı yapmayacaktın dedim. Başını önüne eğdi, bir şey diyemedi. Avukata gittik. Bununla anlaşarak ayrıldık. Sultan’dan hiç haber alamıyordum. Pişman olmuştum. Ama o da böyle kestirip atmamalıydı. Beni zor anımda yalnız bırakmamalıydı. Aradan altı ay geçti. Evi bok götürüyor. Çocukların hepsi oğlan olduğundan eve kadın eli değmediğinden perişanız tabi. Ablam Saniye, bu böyle olmaz, seni evlendirelim dedi. Olur dedim. Çocuklara bakacak, evin işlerini görecek birisi olsun. Benim aklımda biri var dedi. Kim dedim. Köselerin evlenmemiş bir kızları var dedi. Adı nedir dedim. Zülfiye dedi. Bilemedim dedim. Biraz aksıyor ama olsun dedi. Haa anladım, şu topal olanı dedim. Topal mopal ama iyidir, hamarattır, hem seni bu saatten sonra kim alır dedi. Kimse almaz değil mi dedim. Tamam. Gelir değil mi? Gelir gelir. O da zaten babasının anasının dırdırından bıkmış. Zülfiye’yi istedik. İki bilezik almıştım, kenara koymuştum. Onu taktık. Reşit hoca nikahımızı kıydı. Hükumet nikahını da yaptık. İlk günler iyiydi. Evi toparladı, dipten bucaktan yıkadı, yundu, temizledi. Yemek yapıyordu. Yüzü güleçti. Ama sonra sonra işler bozuldu. Çocuklarla dövüşmeye başladı. Ona laf etti buna çemkirdi, derken kanıma dokunan laflar etti bir gece. Çileden çıktım. Gözüm dönünce buna giriştim. Tekme tokat Hak ne verdiyse. Tabi bu sabah babasının evine gitmiş. Babası bize baskın yapmış. Ben işteyim. Bir avukat tutmuşlar. Ondan da ayrıldım. Bir daha tövbe, evlenmem diyordum. Ama bir hafta iki ay derken yine böyle olmayacak, eve bir hanım lazım, çocuklar perişan, üstleri başları kirli, ev pislik içinde, ben zordayım, diyerekten yine arayışa girdik. Vaktiyle evlenmiş, yedi çocuğu olmuş, üçü yuvadan uçmuş, dördüyle babasının evinde yaşayan, tabi oraya sığamayan Nadire’yi bulduk. Onu da bize ebe Bedriye buldu. Bedriye beni, kardeşlerimi doğurtan, eski bir aile dostumuzdu. Görüştük, konuştuk, derken anlaştık. Senin çocukların benim çocuklarımdır dedim. Bunlar geldiler. Ev tıkış tıkış. Bizimkilere, aman bir şey demeyin, idare edelim, onlar da kardeşiniz sayılır dedim. Yüzleri asıldı bunların ama ne yapacaksın. Mecbur kabul ettiler. Böyle böyle birkaç gittik ama ev cehenneme döndü. Onunkisi bizimkisi derken kalabalığa tahammül edemedik, o da ben de. Ondan da ayrıldık. Oh be dünya varmış dedik. Dedik ama nereye kadar? Aradan birkaç ay geçince yine eski perişanlığa döndük. Babam bir gün ben evde yokken gelmiş, çocukların halini görünce acımış. Anam beni sesledi bir gün. Odada, kenarda bir sandalyede bir kadın oturuyor. Böyle iri yarı bir şey. Pehlivan gibi. Yüzüne tam bakamadım ama iri burunlu, yaşlıca bir kadın. Bu ne dedim. Baban getirik dedi. Bunu al git. Dul ama çocuğu yok. Sana karılık çocuklarına analık eder, ben kefilim. Baktım, mahcup mahcup önüne bakıyor. Kolları uzun, elleri iri, gücü kuvveti yerinde. Olur dedim. Hoca nikahını yaptık, birkaç gün sonra tutturdu, hükumet nikahı yapmayacak mısın? Gerek var mı dedim. Olmaz mı dedi, herkes ona göre yerini bilsin. Peki dedim. Resmî nikahı da yaptık. Bununla üç sene yaşadık. Çocuklar memnundu. Benim durumum iyiydi. İşlerim de açılmıştı. Bir akşam baktım yemekte bu biraz düşünceli, elinde kaşık tabağa götürüyor ama yemiyor. Kabı kacağı topladı, ortalığı temizledi, bana işaret etti, içeri gelsene diye. Ben başka iş yapacağız sandım. Hadi bakalım çocuklar hayırlı geceler, ben yorgunum, yatacağım dedim. Bununla odaya çekildik. Baktım sedire oturmuş, gel şöyle yanıma konuşalım dedi. Ne konuşacağız dedim. Gel gel dedi. Oturdum. Bunca senedir yedik içtik, güldük eğlendik ama artık bana müsaade dedi. Şaşırdım kaldım. Nasıl yani dedim. Ben sıkıldım dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Ben böyleyim dedi, uzun süre kimseyle beraber olamıyorum. Haydaa… Ne yapacağımı bilemedim, öylece kalmışım. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Nuh dedi peygamber demedi. Ertesi gün bu çekip gitmiş. Tabi ondan da resmî olarak ayrıldık. Bundan sonra gayrı evlenemedim. Aklımda fikrimde meğer Sultan varmış. Onu düşünüp dururmuşum. Yine onu düşündüğüm bir gün, gidip bir konuşayım dedim. Böyle sevdiği renkten pazen bir elbise aldım, bir kalın bilezik, gittim, konuştum. Olmaz dedi. Yüzüme bile bakmadı. Yalvardım yakardım, olmadı. Gönlü bir defa kırılmıştı.