İnsanları tabiattan ve birbirlerinden koparan dev yapılar yerine bahçeli ve müstakil evler düşleyen, özel hayatın mahremiyetinin zedelendiği gerekçesiyle balkonlara ısınamayan, asfalt yolu soğuk bulan edebiyatçılar olduğunu biliyoruz.
İyi niyetli ancak gerçekçilikten uzak bir tavır da genç bir şairden gelmişti: Televizyona husumet!
Sert bir duruştu!
Bu eşyanın şiddet, çılgınlık, tembellik, israf, edepsizlik, iftira gibi kötülükleri odalarımıza soktuğu, ruhlara yapıştırdığı doğru.
Kötüyü meşhurlaştırıyor ve meşrulaştırıyor.
Her gün defalarca izlettiği vahşet sahneleriyle, özellikle çocuklarda ve gençlerde dehşet duygusunu da tetikliyor.
Ama yaprağın diğer sayfasına da bakmak gerekiyor.
Televizyonun en önemli işlevi duyurmaktır ve bu işlev vazgeçilmezleşmiştir.
Dünyanın en uzak yerlerinde yaşananlar televizyonun aracılığıyla öğreniliyor ağırlıklı olarak.
Felâkete düşen insanların acıklı durumlarını örtüsüz duyurarak, nasırla kaplı yüreğin bile sızlamasını sağlar. Barbarlığın gizli kalmasını önler, kötülerin kötülüklerini belgeler. Bileni kandırmak zordur. Katliamların, yolsuzlukların, ihmallerin üstleri kolayca kapatılamıyor artık.
İnsanları uyutan, bozan ve ayartan bir tek televizyon mudur?
Genç Şair’in radyo, teyp, gazete ve dergiyle arasının çok çok iyi olduğunu biliyorum.
Yaprağın yalnızca bir yüzüne takılıp kalınırsa, öteki iletişim araçları için de olumsuzluklar saptamak mümkün.
Meselâ, dergi denilince şairin aklına sanat, fikir, ilim gelebilir. Fakat en ayartıcı telkinler, en çarpık fotoğraflar ve yazılar da dergi kapağı altında pazarlanmaktalar.
Gazeteler uzun zaman çanak çömlek vermediler mi kupon toplatarak? İnsanlar bunun haksız rekabet olduğunu bildikleri, değirmenin suyunun nereden geldiğini merak ettikleri hâlde, ihtiyaç dürtüsünün ardına sığınarak, okunabilecek gazeteleri değil de bunları veya bol baldırlı gazeteleri satın alıyorlar. Kadınları aşağılayan bu duruma öncelikle kadınların karşı çıkmaları gerekmez mi?
Televizyon insanlara sohbeti unutturduysa, telefon da mektuplaşmaktan koparmıştır. Daha da kötüsü telefon sapıkları türediler. Yine de telefonu kaldırıp atmak kimsenin aklına gelmiyor.
İnsanla başlıyor, insanda bitiyor iş.
Patlayıcı maddeler yol açmakta da kullanılabilirler; içi insanla dolu bir yapının havaya uçurulmasında da.
Beyin ele buyurur, el kalemi oynatır, kalem elin hareketleriyle yazar. Ortaya çıkan kötüyse, suç kalemin midir?
Araziye taşkınlarla zarar veren dere kurutulmaz; suyun yatağı düzenlenir ya da araziyle dere arasına set çekilir, gerekiyorsa ikisi birden yapılır; derenin faydalı varlığı sürer.
Her yeni şey iyiyi ve kötüyü birlikte katıyor hayata. Toptan ret yerine, iyiyi kötüden arındırmak gerekiyor.
Zor elbette.
Başka çare var mı?
Şair’in duygu kaynaklı içten ve katı tepkisi, istese de istemese de yumuşamaya mahkûm.
Zaten ben de az önce, ”Sert bir duruştu!” diyerek tepkinin geçmiş zamanda kaldığını belli ettim.
Televizyonun keskin muhalifi Genç Şair’in de zamanının çoğunu gözlerini camlıkutuya dikerek geçiren bizlerin arasına katıldığını görerek öğrendim.
Önceki tavrını anımsatıp takıldım; takılışımı olumsuz karşılayabilirdi, öyle yapmadı, mühtehzi bir bakışla sebepler sıraladı.
Bir kere, iş arkadaşlarının nikâh armağanıymış televizyon. Demek ki failin şerikleri var.
Bu arada sizler de Şair’in yakın geçmişte evlendiğini ilgilenseniz de ilgilenmeseniz de öğrenmiş bulunuyorsunuz. Armağan götürün diye söylemedim ama ille de niyetlendiyseniz ve hediyenizle bir ihtiyaç karşılamak istiyorsanız daktiloda karar kılabilirsiniz.
Konumuza dönerek, durumu gözümüzde canlandıralım.
Şair divanda oturuyor. Tam karşısındaki sehpada camlıkutu.
İnsanoğlu meraklıdır. Uzaktan kumanda aygıtının tuşuna dokunuveriyor. Başlangıçta suçluluk duyuyor duymasına da olan oldu deyip seyri sürdürüyor.
Şairin diğer gerekçesi ise şu: Kendini bir gerçeklik olarak dayatan televizyondan yararlanmak gayet doğalmış. Süs eşyası gibi tutmak arkadaşlarına saygısızlık olurmuş.
Etkili eylemler gerçekleştiriyor televizyonla.
Başka işle uğraştığı zamanlarda da açık tutuyormuş beğendiği kanalı; çok seyredilenler arasına girebilmesi için! Bütün evlerde, George Orwell’in 1984 isimli eserindeki gibi bir izleyici kurulu sanıyor sanırım!
Tamam Şair, sen aklanmaktan vazgeçerek ağır tahrik iste, biz hafif tahrik uygulayalım, konu kapansın. Eski bir şarkıyı hatırlatarak, “Aramıza hoş geldin, ödün vererek ihtiyarlamağa hoş geldin.” diyorum sana. İşte şarkın: “Şu dünyada her şey olur/ Neler gelir kul başına.”
Direnmek uğraşında yenilen yalnız sen misin?
Şair’e kıyasla, uygarlıkla arası mümkün mertebe iyi olanlar arasında sayılırım.
Vaktimin çoğunu televizyona gömüyorum. Kullanmayı öğrenir öğrenmez bilgisayar edineceğim. Sigorta şirketini zarara uğratmak pahasına otomobil sürüyorum. Caddede yürüyerek konuşanlardan gıcık kaptığımdan dolayı cep telefonuna henüz ısınamadım. Oturduğum ev kaloriferli ve balkonlu. Arada bir vitamin hapı yutuyorum. Dolmuşta ön koltukta oturmuşsam, arkadakilerin yol ücretlerini şoföre uzatıyor, para üstlerini yolculara iletiyorum. Herkesin herkese borç vermekten ve kefil olmaktan ürktüğünü biliyorum.
Benin çocuğumu okula kaydettirmek, okul idaresinin de kaydetmek mecburiyetine ve eğitimin en başındaki kişinin kayıt yapılırken kesinlikle bağış istenmeyeceği buyruğuna ve güvencesine rağmen zorunlu bağış da yaptım. Hem zorunlu hem bağış; seveyim birleşmenizi! Ve elbette ki her aklı yerinde insan gibi çocuğumu paralı kursa göndermeyi ihmal etmiyorum.
Başaramadığım ender zamanlar dışında, olumlu ve uyumlu takılıyorum.