Burası özel bir yer.
Özellikli bir yer.
Müşterisi, müdavimi belli.
Bilen gelir, pek yabancı gelmez.
Zaten sokaktan da pek fark edilmez.
Bir gün kapıdan girdi.
Mekânı süzdü.
Geçti bir masaya oturdu.
Saçları beş numara tıraşlı.
Deri ceketli.
Ayakkabısı hariç baştanbaşa siyah.
Kendi de esmer zaten.
Şekerli kahve söyledi.
Kitabını açtı.
Üç saat kitap okudu.
Adam üç saat kitap okur mu? Kurşun kalemle bazen satırların kenarına işaret koyuyor.
Bir elinde kalem, ağzında sigara, kahvesi bitince su ve kupa çay söylüyor, yanında limon da istiyor, limonu hem suya hem çaya atıyor. Tuhaf birisi. Arada bir gözlerini kitaptan kaldırıp karşısına boş boş bakıyor.
Mekândaki objeleri, çiçekleri inceliyor.
Çatıda çiftleşen kedilerin telefonla resmini çekiyordu ki bereket kediler utandılar, ayrılıp kaçtılar.
Her gün gelmeye başladı.
Her gün aynı şekilde kitabını açıyor, kahvesini çayını söylüyor, üç saat okuyor, kitaptan başını kaldırıp boş boş karşısına bakıyor.
Bir de her gün başka bir kitap okuyor. Yazarı aynı.
Bir yabancı yazarın kitapları.
Telefon geldiğinde veya birini aradığında sağ eliyle ağzını kapatarak konuşuyor.
Buranın müşterileri, müdavimleri birbirini tanır. Bu yabancı da kim?
Bir gün geldi, iki gün geldi, beş gün geldi, alışkanlık edindi galiba.
Bugün dokuzuncu gün.
Ajan mı, polis mi, kitap okuma numarası mı yapıyor, müşterileri mi fişliyor, bilemedim.
Yarın da gelsin ben ona…
Her gün ters ters bakıyorum ama bakışımdan onu burada istemediğimi anlamıyor.
Aha, bugün de geldi.
Kapıda durdum.
Beyefendi dedim, müşteriler sizden rahatsız oluyor.
Şaşırdı.
Oturun konuşalım dedi.
Rahatsız olma bahanesine de şaşırdı.
İsmimi sordu, söyledim.
Kalktı.
Elimi sıktı.
Ayrıldı.
İnşallah bir daha gelmez.
Gelirse…