Salih Erayabakan
Engin Elman’ın ilk kitabı olan Afrika’nın Yapayalnız Lalesi, birbirinden bağımsız on üç öyküden oluşuyor. Her ne kadar, müstakil konulardan oluştuğunu söylesek de, bir noktada tüm anlatılar birleşiyor. Birleşen yerde, insanı buluyoruz. İnsan ve onun arayışını. Dünyanın bütün acılarını dindirecek bir sözü, bir türküyü arayan insanı. Kendinden kaçarken bile kendini arayan kendiyle yüzleşen insanı. James Wood, Kurmaca Nasıl İşler adlı kitabında: ‘Edebiyatın hayattan farkı hayatın sınırsız detaylarla dolu olması ve dikkatimizi nadiren bu detaylara çekmesidir; oysa edebiyat dikkat etmeyi öğretir’ der. Engin Elman da kalem ile kamera arasındaki mesafeyi kısaltarak hatta kimi yerde birleştirerek, bunu yapıyor. Kalem, kameraya dönüşürken; kamera da kaleme dönüşüyor. Çekim açıları değişiyor, olması gereken yerlerde ‘zoom’ yapılıyor. Kamera altın nokta olarak düşünülen yere sabit bir plan üzerinden konumlandırılıyor. Anlatıları, belgeselden ayıran şeyse bu ‘nesne’yi kameraman da değil de, bir hikaye anlatıcısının tutması.
Yazarın malzemelerine bakınca, oldukça zengin bir dünyayla karşılaşıyoruz. Köyden şehre göç eden insanın bunalımıyla, modern zamanların açtığı yaralarla, mülteci sofralarının hüznüyle, metropollerin baskıladığı insanın çırpınan ruhuyla, var oluşa dair sorgulamalarla… Yeri geliyor Fuzuli’nin ardına düşüyor, Su Kasidesi’nden içimizi ferahlatacak bir beyit seçiyoruz. Yeri geliyor Tarkovsky’ nin kulaklarını çınlatıyoruz. ‘Leyla Gazeli’ adlı öyküden takip edelim:
Sokrates, Leyla bir rüyaydı, diyor. Platon, Leyla bir gölgeydi diyor. Descartes, düşünürsen Leyla var olacak, diyor. Konfüçyüs, Leyla bugün var, yarın yok, diyor. Heidegger, Leyla bir patikadan atacak seni, diyor.Marx, Leyla menfaatçiydi, diyor. Hegel, Leyla seni aldatacak, diyor. Derrrida, Leyla sana dert olacak diyor. Kant, Leyla ahlaksız bir ödevdi, diyor. Freud, Leyla bastırılmış şehvetindi, diyor. Nietzche, Leyla varacak bir piçe, diyor. Foucault Leyla düpedüz fahişeydi, diyor. Herkesin gözü Leyla’da. Defolun hainler!
İnsan kadar yazma hikayesi vardır elbette. Biraz da dokunmatik kayıtsızlıklara rağmen kendimizi onarmak için yazarız. Yerimizi sevmediğimizden , başka bir menzile varmak istediğimizden. Meselenin özünde şu da var: Bazı insanlar doğuştan mutsuzdur. Dünyaya gelmiş olmanın derin yarası, onları bir türlü güzel bir dünyanın olabileceğine ikna edemez.Yazma fikrini tetikleyen sebeplerden biri de budur kanımca.
İnsanı bir ağaç metaforuyla açıklayanlar, çoğu zaman onun (zahiren) görünmeyen taraflarına atıf yaptıkları gibi, onu ayakta tutan değerlere, ilkelere de göndermede bulunurlar. İnsan da ağaç gibi köküyle beraber vardır, onunla tutunur. Modern zamanlarda sayısı gün geçtikçe artan ‘tutunamama’ krizinlerinin bir vechesinde de bu vardır. İnsan, özgürlüğü; başkalarına faydalı olmaktan soyutlandığında ‘orman yangınları’nın çıkması kaçınılmaz. Kitaba adını veren öyküde, ‘Oruç Ayı’ üzerinden bunlara dokunulur: Ramazan aylarında iftira dakikalar kala yüreği geniş insanlar kapıya çıkar, yoldan soluk soluğa kendi evine yetişmeye çalışan insanları fakir sofralarına davet ederdi. Kimsa, sofralar fakir, gönüller zengin gibi beylik cümleler bilmezdi. İnsanlar kadere razı, kederden emindi.
Bizi, öykülerin ve türkülerin güzelliğine olan inancımızı tazelemeye davet ediyor: Afrika’nın Yapayalnız Lalesi.