Bu hafta konuğumuz Mustafa Everdi. Kısa Kısa Söyleşiler serisinin en uzun söyleşisi ona ait oldu. Soruları gönderdiğimiz edebiyatçılar “yahu 1-2 sayfa çok kısa, daha uzun, geniş geniş cevap yazsak olmaz mı?” diye bize sorup durdular. Biz de “konsept bu hocam” deyip sıyrılıyorduk. Lakin biz Mustafa Everdi’den pas beklerken, o topu kaleye çaktı ve uzundan biraz kısa, kısadan da hayli uzun cevaplarla sitemize güzelliği yadsınamaz bir katkıda bulundu. Söyleşi sorularında YSK mührü falan bulunmuyordu. Cevaplar da mühürsüz geldi. Teamüller gereği ve zaten önceki söyleşilerden devşirdiğimiz içtihadi kararları da göz önünde bulundurarak bu sohbetin meşrûiyetine gölge düşürecek hiç bir kanıt bulunmadığına oy birliğiyle karar verdik ve sohbeti yayına aldık. İyi okumalar dileriz.
Edebiyata ilginiz ne zaman başladı?
Yaratılış sonsuzdur. Biz dahi, ilkokulda, ortaokulda yapılmaya başlamıştık. Okulların kütüphaneleri vardı. Kasabamızda da Halk Kütüphanesi. Yoksunluk içindeki hayatımız, kitaplarla teselli bulurdu. Bazen dünyalar keşfederdik bu kitaplarda, bazen kendimizi. Dünya ders müfredatında sınırlı sorumlu ve milli eğitimin amaçları doğrultusunda yuvarlaktı. Dünyanın köşeli, elips, hatta yalan ve hayal olduğunu edebiyat dergileri ile anladığımda bir daha resmi standartları tutturamadım. Hep bir cinslik gelip beni buluyor. Bazıları ‘çıkmalık’ diye beni eleştirip hor görüyor ama bütün suç o kitapların kafamı karıştırmasından. Düz olamadım, derin de. Lakin iyi bir kitap okuyucusu oldum. Hâlâ bununla övünebilirim. Kitap okuma konusunda herkesle yarışabilirim. Kimse benim kadar güzel (ve çok) kitap okuyamaz. Gençleri bile okuyorum; bana takılıyor bazıları; gençler yazıyor yaşlılar okuyor diye. Ne yapayım yaşlılıkta insanın gönlü hoş, eli boş oluyor. Edebiyat âlemi nereye gidiyor diye okuyorum. Ümitvar olduklarım var; cevher olup çalışması gerekenler var. Onlara yön levhası vereyim istiyorum; Karayolları mensubu değilim diye uyarıları dikkate almadığı gibi kirpi gibi kapanıveriyorlar. E, kendileri bilir.
Çocukken tanınmış bir edebiyatçı olacağınızı tahmin eder miydiniz?
Bazen insanın acı çekmesi gerekebilir. Bu soruda ortaya konduğu gibi. Kendimi tanınmış görmüyorum. Hayır, istemediğimden değil, bunu sağlayacak eserlerim olmadığından. Eser verme çabasından geri duran tenbelliğimden. Sorunuz nedeniyle tanınmış olamamam acı verdi bak şimdi. Yazıyorum, yazıyorum o kıvamı tutturamıyorum. Umudum var gerçi, öldükten sonra herkes tanıyacak beni.
Yazdıklarım, yaşarken beni hatırlatıyor; ölünce eserlerimi akla getirecek. Doğrusu çoğu zaman kendime tahammül edemiyorum. Muhataplarıma Allah sabırlar versin. Ölünce tanınır olmayı kafama koydum bu sorunuzla. Ben kimin kızından geri kalayım. Ölüm tarihine kadar tanınmayı sağlayacak kitaplarım edebî kamuya ulaşabilirse. Ulaşıp takdir bulabilirse. Takdir edilecek bir şeyler ortaya çıkmışsa.
Çalışkan bir öğrenci miydiniz? Hangi dersleri sever, hangilerinden hoşlanmazdınız?
O kadar çalışkandım ki çocukken eşekten düştüm, damlardan da düşerdim sık sık. Bu ‘aklını yenemiyor’ diyorlardı benim için. Hâlbuki uçmak istemiştim sadece. Türkiye hava sahanlığı uçuş haritalarını kullanınca düştüm. Hesabım yanlışmış, metafiziğe dayanmıştım; fizik affetmiyor tabii ki. Uçmak, gerçeklerden kopmaktır halkımızın anlayışında. Okullar, öğretmenler, yönetimler bize uçmanın matah bir şey olmadığını öğretirler ömür boyu. Edebiyatı çok sevdim bu yüzden, her Fenci-hukukçu gibi. Gerçeği çok sıkı tutarsan, aynı aşk gibi ellerini kesiyor insanın. Edebiyat gerçeğin de birçok yüzü olduğunu hatırlatıyor bize. İnsanı tanımaya yol alırken. Hayal etmenin yaşamaktan bile güzel olduğunu. Yaşasaydım yazar mıydım zaten.
Öğretmen Okulu, Matematik-Fen bölümünden mezunum. O zamanlar Öğretmen okulları Anadolu’nun koleji idi. Bir yerde cins, farklı ve entelektüel birini görürseniz mutlaka Öğretmen Okulu mezunudur. Mezunlarının çoğu öğretmenliğe sığmadı, yüksekokullar okudular, Türkiye gündemine taşındılar. Ben yetenekli değildim, olsa bile nerede değerlendirecektim. O nedenle böyleyim.
Gençlik kanatlarına güvenme dönemidir. Zamanla İkarius gibi düşüyoruz güneşe fazla yaklaşmaktan. Şu an Mustafa Everdi diye gördüğünüz o düşüşten kalan enkazdır.
O yıllara ait ilginç bir hatıranızı bizimle paylaşır mısınız?
İlginç bir hatıra deyince aklıma geldi bak şimdi. Yaz tatillerinde harmanda çalışıp harman yerinde yatıp kalkıyorum. Doktor Jivago filmi gelmişti. Bir gece harmandan kaçıp filme gittim. Gece yarısı olunca o kadar yolu göze alamadım. Harmana gitmeye üşendim. Evde yatar, sabah erkenden kalkar yetişirim diye karar vermiştim. Öğleye doğru babamın sevgi dokunuşlarını sağlayan potin darbeleri ile uyandım. Kültür çok travmatik bir birikim. O yüzden filmin oyuncusu Ömer Şerif’i hiç unutmam, Doktor Jivago filmini de. Kültürel her kazanım böyle pahalıya mal olmuştur bana.
Her dersim iyiydi. Müzikte sıkıntı çektim. Sözlü ve yazılı vardı o zamanlar. Müzikten sözlü; şarkı söylemekti. O kadar bet sesim var ki hep bir aldım sözlüden. Yazılıdan 9 alıp ortalamayı 5 tutturuyordum. İçimde ukdedir arada türkü söylüyorum, çevremdekiler ağzımı kapatmak zorunda kalıyorlar. İnsan çocukluğundan beslenir diyorlar; güzel türkü söyleyebilseydim ben de inanacağım. Saz çalmak da ukde içimde. Zurna bile çalamıyorum oysa. Bu yüzden incelikli bir yanım yok, duygusal derinliğim.
Odun gibiyim ama sevdikleri için yanan bir odun. Odunun da hakikati yanmak değil mi? Herkes üşüyünce ateş yakarken odunu tahkir etmez. Bir yerlerini çizince oduna ODUN derler. Ne yapayım, bir Yunus’a denk gelmedim. Belki beni de katardı diğerlerinin arasına. O kadar da dergâha yakışacak bir yanım var ama zamanın farklı boyutundayım. Paralel evreni karıştırdım galiba. O yüzden yabancıyım, herkes de bana yabancı.
Nasıl yazarsınız? Konu arar mısınız?
Bazen konu bana gelir, bazen ben konuyu ararım. Ben konuyu arayınca vaaz etme hevesimden vazgeçemiyorum. Vaaz verdiğim edebi metinleri beğenmiyorum da, yazdıktan sonra. Bu yüzden üç yüz sayfalık romanımı yayınlamaktan vazgeçip çöpe attım. Olay anlat, karakter konuşsun diye kendimi frenlemeye çalıştıkça içimdeki başöğretmen herkese ayar vermek istiyor. Oysa yazarken, kenarda ayçekirdeği çitlemem gerekirken mevzunun içine daldığımı görüyorum. ‘Kuş beyinli’ diyorum kendime oysa insan kuşlara karşı duygusal olmalı. Onlar türkülerin habercisidir. Turnalar haber getirir sıladan, yârden. Konuşabilen tek hayvan kuşlardır.
Çoğu zaman rüyalarda güzel konular yakalıyor, yarısını yazıyorum hikâyenin. Ne yazık ki uyanınca hatırlamıyorum. Sonra bize “rüyanı suya anlat, insanlara değil”, diye öğrettiler. Güzel hikâyelerim sulara karışıp gitti. Geriye kalanlar okuyucuya ulaşıyor, biliyorum ki aslında bunlar o rüyalardan kalan tortular. Ben anlıyorum da okuyucudan anlayış beklemek doğru bir yaklaşım değil. Bu yüzden okuyucular da hayranlıklarını iletmiyorlar zaten. Okuduklarını da sanmıyorum ama bana ayıp olmasın diye olay Türkiye’de geçiyor, diye nitelikli yorumlar duyuyorum yazdıklarım hakkında.
İlk yazdıklarınızla şimdikiler arasında ne gibi bir farklılıklar görüyorsunuz? Edebi anlayışınız ne gibi değişliklere uğradı?
İnsanlara yaşama sevinci veren edebi enerji sunabiliriz. Bach ve Mozart gibi büyük müzisyenler veya Rilke, Goethe gibi büyük şairler hala bunu başarıyorlar. Dünya’nın bir bölümünde barış, neşe, sevgi, yaşamanın hazzı var. O dünya tarafından büyütülmüş çiçeklerin rengi-kokusu bir başka. Bizim çiçekler toprakta değil ‘vatan’da yetişince sadece gözyaşı, acı, hüzün getiriyor ve çoğu zaman hak değil vazife veriyor. Ben de bu nedenle ilk yazdıklarımı hannup gibi görüyorum. Bir gram bal için bir çeki odun çiğnemek zorunda insanlar. O yüzden kitaplarımı ucube çocuklar gibi göz önünde bulundurmamaya özen gösteriyor, saklıyorum herkesten. Mazoşist olanlar sağda solda bulunca okumayı deniyorlar. Daha bir kitabımı bitiren okuyucuya rastlamadım.
Yıllarımı, “vatan”dan yazmanın yorgunluğu ve milletin yükünün ağırlığı ile geçirdim. Bu sese kulak verdim. Artık çiçeklerin topraktan bağımsız insanları nasıl etkilediğini öğreniyorum. Gülün güzelliği ilaç da olabilir; reçeli de oluyor ama ben dikenine sarılarak büyümeye çalışıyorum sürekli. Bu nedenle üslubumu oluşturmak, okunabilir akıcılık kazandırmak ilk önceliğim. Doğrudan bal yapmayı öğrendim; bu kez de içimizi kıydı diyorlar. Bu insanları anlamak zor. Yine de her insanı anlamayı ve ruh akrabalığı kurmayı önemsiyorum. Sanatta riyadan başka her şeye katlanırım.
Hem kitlelere ulaşmak istiyorum hem korkuyorum. Böyle bir olgu, tanımadığın binlerce insanın senin hakkında bir fikirleri olması demek. Onların beklentisi insanı paranoyak yapar ya da kurbağadan öküz çıkarmaya zorlar. Kısa dönemde en güzel eserlerini veren şair ve yazarlar intihar etti bildiğiniz gibi. Beklentileri karşılayamamanın büyük baskısı olur. Ben uzun dönemde ömrümün son gününe kadar her gün daha iyi yazabilmek için çabalamanın intiharı önleyeceğini biliyorum.
Oysa edebi anlayışım okuyucuyu çengelli iğne gibi takıp sürüklemek niyetiyle yola çıkmıştı. Ütopya ile dram arasındaki gerilimin doğurduğu hastalıkları sağaltmak için yazmak istiyorum. Bu yüzden doktor olmayı bile düşünmüştüm bir ara. Bugünlerde de edebiyat doktoru olmaya taktım kafayı. Hasta edemiyorsan okuyucuyu kendine, bari şifa vermeyi dene diye.
En çok hangi yazarları okudunuz? Hangilerinin etkisi altında kaldınız?
Bizim üstadlarımız, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören başta. Biz ideolojinin koridorları ile edebiyatın koridorlarını yan yana geçtik. Büyük bir nimet bizim için elbette. Yine de has sanatı elli yaşından sonra anlamaya başladım. Bu yüzden kitap yayınlamaya da korkuyorum. İnsanların zamanını çalacak oyalama vebalinden. Bugünlerde Refik Halit Karay’ın bütün eserlerini bitirmeye azmettim. Ancak beni yetiştiren yabancı yazarlar; Dostoyevski, Kafka, Joyce, gibi klasikleri yazan bütün yazarlar. Bana özel olanların başında John Fante gelir. Artura Bandini, mazbut çocukların hayatta tutunmaya çalışırken yazar olma çabalarını, dindarlığın bütün komplekslerini, günahkârlık azaplarını, kadınlara yönelik beklentilerini, hayatın şiddetine karşı ruhlarını mengeneye sıkıştırmalarını anlatır. Bir eli yağda bir eli balda sanatçı-edebiyatçı olmak zor. Olsa da steril karakterler, hijyenik olaylar ve yağmurla yıkanmak yerine küvette oturmakla sınırlı kalacaktır. Ben hayatın içinde, bir hikâyesi –olayı- olan metinleri anlıyorum. Soğuk savaş nesli olduğum için aksiyon yoksa “bunalım edebiyatı” diye haksızlıklar yapıyorum. Önyargılarımı aşamıyorum. Yoksa belki iyi şeyler yapabilirdim. Ben de yıkama –yağlama ile geniş bir dost halkasına dahil olurdum.
Şimdi edebiyat sahasında bir şeyler hazırlıyor musunuz? Yeni projeleriniz var mı?
Elbet ben de her gün okuyup bir şeyler yazıyorum. Ancak ben yenilmiş bir adamım. Yapabileceğim en büyük şeyleri yapamadım. Bu yüzden kabıma sığamıyorum. Cami müdavimi olup sakin bir şekilde serin selviler altında ölümü beklemek yerine her yana bakıyorum. Okunacak bir yazı, kitap hikaye arıyorum. Kılçık atmadan duramadığım için herkes bana yan bakıyor. Aslında başımızdan-yanı başımızdan- eksik etmesin diye dua etmeleri gerekirdi. Bu yüzden kuyularını kazdıklarım Yusuf çıkmadı, uğruna ateşe atıldıklarım Leyla çıkmadı. İyilerin zırhı çok kalın. Ağız tadıyla eleştiri yapılamıyor bu ülkede.
Bugünkü edebiyat hakkında düşünceleriniz nelerdir?
Ben bireylerin fiziksel olarak uçmasını değil, bilinçleriyle bir yerden bir yere gitmesini araştırıyorum. İnsanlarda yazma enerjisini uyandırmaya çalışıyorum. Bir Çin atasözü der ki, “Fazla ciddiyet yaşamı kısaltır”. Bu yüzden başkalarına karşı zalim, bencil, dogmatik bir eleştirmenim. Gerekçemi de oluşturdum. Hallaçtır pirim, toz uçar, yün kalır diye. Aynaya bakınca kendimi dev gibi görüyorum. Meğer ayna diye büyüten aynalara bakıyormuşum nefsimde. Böyle öznel, kerameti benden menkul bakışa kimse hak vermiyor tabii. Hâlbuki Küdus’e gitmek, Afgan savaşında mücahit olmak, keskin ayetlerle herkesi çıplak uyarmak, olmazsa köyüme dönmek, tavuk yetiştirmek isteyen uyumlu bir derviştim. Yaşlanınca derviş kabına çekilirken içimdeki canavar etrafta kuzu aramaya başladı. Böyle bir devirde kimse benim eleştirmenliğime katlanamaz elbette. Körler sağırlar birbirini ağırlar ortamında gerçek bir edebiyata-sanata ulaşmak mümkün değil. Hiç kimse de benim bu ulvi gayelerime hak verecek olgunlukta değil. Büyük yazar olmak kimsenin hedefinde değil. Şöhret olsun, belediyeler, televizyonlar çağırsın yeter diye düşünüyor. Beni birkaç kişi anladı; Ercan Kesal, özellikle Ethem Baran mesela. Kendilerine müteşekkirim. Yoksa suskunluk yasasını kendim için yürürlüğe sokacaktım.
Edebiyatın zirvesi Nobel almak. Orhan Pamuk rahat ve emin mi gerçekten benim eserlerim Nobel’i hakediyor diye. Biz göğsümüzü gere gere Nobel verilen eser böyle olur diye örnek alıp Orhan Pamuk’a verilmeyecek de kime verilecek diye bir güvene ulaştık mı? Neden bu yarım kalmışlık? Eleştirmen yok bizde. Benim gibi hiç bi şey olamamışların eleştirisi de ‘ne söylüyor’ diye karşılanmıyor, kim söylüyor diye burun kıvırıyorlar? Bakın bütün tanıtım, eleştiri denen yazılara, bir cümle, bir kelime eleştiri var mı? Hep övgü, egoları kaşımak! Balonların şişkinliği de toplu iğneye kadardır.
Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görüyorsunuz?
Çiçek olmak da var mayamızda. Ben de annemden çiçek olmak için doğdum. Herkes dikenlerimi görüyor. Çiçekler kötülüğün ve acının gücünü yok etmek için yetişir. Bu, evrenin derinliklerinde görünür. Birçok galaksi, yıldız kümesi çiçeklere benziyor; rengârenk. Kimse gökyüzünü seyretmediği için karanlığın içinde yıldızların ne kadar anlamlı olduğunu anlamak istemiyor. Hızla “yıldız” olmak istiyor. Starlık; emek ister, zaman ister, yaralanmalı insan, bir derdi olmalı. Bunu kabullensek bir-iki satır yazan, kendi yazdıklarının ışığından gözleri kamaşmaz, daha güzel daha derinlikli yazmayı sürdürür diye düşünüyorum.
Ben nihayetinde sönmeye başlayan yaşlı bir yıldızım. Kara deliğe de sürükleniyorum gün gün. Paralel evrende ışık her yerde; karanlık; noktalar halinde benim kanaatimce. Bizim evrenimizin tam tersi yani. Bu yüzden bir gezegen kurmaya niyetlendim. Gezegenimize katılacak çok gönüllü de çıktı. Tüm şöhretli, Nobelli, dünyaca ünlü yazarların değil birbirini çoğaltan, besleyen, zenginleştiren yazarların katıldığı yepyeni bir gezegen. Hayat sürekli bir yenilenmedir. Gezegenimizde herkes birbiri ile derin ve mükemmel bir ilişki içindedir. İnsan, güneş, yıldızlar…
Edebiyat gezegenimizde evrenin bize sunduğu aşkın bir çabadır. İçindeki insanları saya saya bitiremeyenlerin mekânı olacak gezegenimiz.