Beyaz binek Toros parke taşlı yolda zıplaya zıplaya geçti. Sabah yağmur yağmıştı. Taşlar kaygandı. Araç hem zıplıyor hem kayıyordu. Arka camında, “sadece camlar değil, hayatımız filim” yazıyordu.
Deli Yusuf, kendi kendine, “nerde boynu bükük bir garip görsen, hor görme kimbilir ne derdi vardır” şarkısını mırıldanıyordu.
Başında Rambo bandajı vardı.
Tüccar Pazarı’na giden sokağın başındaki ışıklarda durdu.
Kırmızıda bekleyen arabaların ön kaputlarına birer öpücük kondurup bekledi. İçlerinden sadece birisi, camı açtı, bozukluk uzattı.
“Az veren maldan, çok veren candan” dedi.
Tüccar Pazarı’nda dükkânı olan Toptancı Cevdet’in büyük oğlu çıkageldi. Almanya’dan izne gelmişti. Babası, gül gibi işi bırakıp gurbete gittiği için kızmıştı, kendisiyle konuşmuyordu. Cirikpınar mahallesinde, Ermeni Kerim’in konağını kiralamıştı bir aylığına; Alman karısı, sarı saçlı biri kız diğeri erkek iki çocuğuyla burada kalıyordu. Mahallenin diline destan olmuştu.
Hava soğuktu. Mart kapıdan baktırmış, kazma kürek yaktırıyordu.
Yusuf görünce seğirtti,
“anam beni evermiyii… Anam beni evermiyi!” diye bağırdı.
Kareli çarşaflı kadınlar, kumaşçının önünde birikmişti. Birinin kucağında iki yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Yün çorap, topuksuz yemeni giymişlerdi. Burası, Ganere denilen, daha çok gıda dükkânlarının bulunduğu alandı. İleride bedesten adı verilen, Tüccar Pazarı’na bitişik büyükçe bir eski çarşı bulunuyordu. Hayli uzundu. İki yanında toprak damlı, ön kısmı tümüyle camekân dükkânlar sıralanıyordu. Bakımsızdılar. Az ilerdeki Kasap Pazarı’ndan gelen sakatat kokusunu arasta boyunca rüzgâr çevreye dağıtıyordu. Söğütlü Câmiinden öğle ezanı duyuldu. Toptancı Cevdet’in oğlu, Saka Şükrü’nün yeğenini gördü, Deli Yusuf’a,
“sakın bir yere ayrılma, geliyorum” deyip gitti.
Adamı görünce takılmadan edemezdi.
“Nereye gardaş, namaza mı?” diye sordu.
Saka Şükrü’nün yeğeni İsmail’in o taraklarda bezi yoktu.
“Yav git Allasen, hiç havamda değilim…”
“Gardaş, ben günde üç vakit kılıyorum. Sabahla yatsıları genellikle kaçırıyorum. Buna rağmen cennet garanti değil. Sen hiç kılmıyorsun, hiç…”
İsmail, aynı sözü tekrarladı,
“tamam gardaş, senin eşşeğin gancık olsun. Cennet senin olsun, biz cehenneme gidelim.”
Tadı yoktu adamın.
Tekrar Yusuf’a döndü.
Üzerinde incecik, kirli bir çizgili gömlek vardı.
“Bu adam üşümez mi hiç?” diye düşündü.
Deri montunu çıkarıp, uzattı,
“al şunu” dedi.
Yusuf sevinmişti. Giydi. Cuk oturdu üzerine.
“Hah, meğer seninmiş bu. Bana biraz dardı.”
Yusuf,
“Anam beni evermiyii” diye tekrarladı.
“Evlenip de ne yapacan? Bi bok yok işte evlilikte. Otur kalk, haline şükret.”
“Öyle demee… Anam beni evermiyi…”
Cebinden bir tomar para çıkarıp, montun iç cebine soktu,
“kaybetmeyesin” dedi.
Yusuf’a Rambo da derlerdi. Renkli Sinema’da gösterilen Rambo filmleri haftalarca gösterimde kalmış, herkesi etkilemişti. Yusuf defalarca seyretmiş, Terzi Cemal’in başına ekşimiş, bir Rambo bandı diktirmiş, başına geçirmişti.
Bazen yüzüne kömür tozu da sürerdi.
Ertesi gün yine çarşıda Yusuf’u gördü. Işıklarda duran araçların kaputlarını öpüyor harçlık alıyordu.
Montun kollarını sökmüştü. Parayı da akşam, Tekelci Bayram’ın dükkânına topladığı gençlere bira ısmarlayarak tüketmişti.
“La niye söktün bunu?”
“Çok sıktı çok.”
“Yav sana tam olmuştu, Allah Allah…”
Âdetiydi. Yeni bir ceket hediye edildiğinde bir yanını mutlaka söker öyle giyerdi.
“Malboro versene.”
“Malboroyu da bilirmiş”
Uzattı.
Yaktı,
“bu cigarada ne buluyorsun?”
“Gafleti.”
“Gafleti?”
“Hee gafleti.”
“Gaflet ne la?”
Birden havlamaya başladı. Deli Yusuf sık sık büyük bir gürültüyle havlardı. Köpekler bile ürkerdi.
“Oğlum niye havlıyorsun?”
Yine huysuzlanmıştı. Yerinde duramıyordu.
“Bak susarsan seni everecem.”
Sustu.
“Everecek misin?”
“Söz everecem.”
“Söz.”
“Erkek sözü.”
“Bak” dedi, iç cebinden buruş buruş bir kâğıt çıkardı. -Bir gazetenin magazin ekinden kesilmiş Oya Aydoğan’ın yarı çıplak fotoğrafıydı-
“Nişanlım, bununla evereceksin.”
“Tamam, söz onunla everecem seni.”
Deli Yusuf’un babadan kalma servetinin bir düzenbazca elinden alındıktan sonra bu hale geldiği söylenirdi. Annesi öleli çok olmuştu. Ama, sık sık, “anam beni evermiyi” derdi. Annesiyle ellerinde bir şey kalmayınca perişan olmuşlar, Bir vakit, Taştepe’de bir kulübede barınmışlar. Annesi ölünce yalnız kalmıştı. Nerde akşam orda sabah. Bazen kulübeye giderdi. Kışın üşümezdi. Yaz kış aynı gömlekle dolaşırdı.
Bir sopası vardı. Öfkeli anlarında onu havaya fırlatır,
“Yav yapacaksan yap, ne bekliyorsun!” diye bağırırdı.
“Yav kıracaksan kır!”
“Yav gömeceksen göm!”
“Boğacaksan boğ!”
“İyileştireceksen iyileştir, ne duruyorsun!”
Bir aralık, Sema adında bir meczup dadandı buna. Yukarı Banazı’dan geldiği söylenirdi. Kırık dökük, demirleri paslanmış, gölgeliği yırtık bir bebek arabası sürerdi. Altın sarısı saçlarının kirden rengi dönüşmüştü. Eşarbını yarım bağlardı. “Semâa” diye seslenince döner, elini dudaklarına götürür öpücük gönderirdi. Bir süre birlikte dolaştılar. Sonra kadın kayboldu. Bebek arabasıyla birlikte Kernek’te kanalda ölü bulunmuştu.
Nerden çıktıysa artık, kadınla göründükten sonra, sık sık bundan gıcık kapanlar,
“Yusuf davulu çalamaz! Yusuf davulu çalamaz!” diye söylenir oldu.
Duyunca çıldırırdı.
Sopayı fırlatır,
“Kara yere giresin!” diye bağırırdı.
Bir fareden bir de polisten tırsardı.
Bir defasında Çakmakçı Kâzım, plastik bir oyuncak fareyi kurup önüne bıraktı. Yürümeğe başlayınca yerinden fırladı, koşmaya başladı. Arkasından gülenleri, Yeni Câmii imamı İhsan efendi,
“Fukara gönlüne her kim dokuna, dokuna sinesi Allah okuna” diye uyardı.
“Polis geliyor!” diye bağırırlardı bazen.
O zaman da değneğini havaya fırlatır,
“yandım Allah narına!” diye çığlık atar, kaçardı.
Olağan anlarında utangaçtı. Ayıp bir şey söylendiğinde yüzü kızarırdı. Bir kavga görse üzülür,
“öfke cini öfke cini!” diye söylenirdi.
“Neyi paylaşamadın be herif!”
Dilinden düşürmediği bir söz de bu idi.
Öğle vakti, esnafı gezer, “yemek nakdi beyler” der, en az on onbeş kişilik yemek parası toplar, Lokantacı Şükrü’ye gider, parayı verirdi. Zımnî bir sözleşme vardı aralarında. Onunla Şükrü yirmi dul ve yetime yemek verirdi. Onlar da bilir, öğle ikindi arası lokantaya kaplarıyla gelir, yemeklerini alır giderlerdi. Kendisinin kolunun altında daima tırnaklı susamlı taze pide olurdu. Katıksız onu yerdi. Melekbaba Kıraathanesine gelir, dışarda hasır iskemleye oturur, sehpayı önüne çeker, su bardağıyla gelen paşa çayına ilkin bir, sonra üç ardından yedi şeker atar, uzun uzun karıştırırdı. Bardağı özenle tutar, höpürdeterek bir yudum alır, “oohhh dünya!” derdi. Pideyi iri iri koparır, dişsiz ağzında ezmeğe çalışır çayla yutardı. Yanında oturan kimse, “oh keyf de senin deli” deyince gülerdi.
Son günlerinde Yusuf’a bir hal oldu.
Işıklarda beklemeyi bıraktı.
Destancı, sülükçü, bohçacı ve ayı oynatanlar gibi sokaklarda sürekli dolaşmaya koyuldu.
Kimseyle konuşmuyor, sorulara cevap vermiyordu.
Hızlı hızlı yürüyor, arada bir durup nişan alır gibi yaparak, “dıkşın dıkşın, ula Filistin katilleri geliyor, vurun uşaklar vurun!” diyordu.
Bir çuval peyda oldu, sırtından hiç indirmediği. Meğer içinde küçük taşlar varmış.
“Bunları ne yapacaksın Yusuf?” diye sordu Toptancı’nın oğlu, “çocuklara verecem, gavura atalar” dedi.
Son sözü bu oldu.
Yusuf’a Aşağışehir’e giden dar ve bozuk satıhlı yolda, beyaz binek Toros çarptı. Komaya girdi. Uzun süre çıkamadı. Kimsesi yoktu. Doktor fişini çekti.