Şule Yayınları’nın poetika dizisinden okura sunulan Ali Ömer Akbulut’un “Asâ Kimin elinde” adlı kitabı çok katmanlı düşüncenin yazınsal örneklerini başarılı bir üslupla izah etmesi ’yorumlaması’ açısından çok önemlidir. Uzun yıllar şiir üzerine düşünen ve okumalar yapan yazar, kitabında “var olan” ve “varlık” bağlamında düşüncenin ve şiirin has yurduna yaptığı düşünsel yolculuk sırasında uğrak yerlerini ve duraklarını anlatmış. Kitabın daha ilk başlarında sıralanan beş ana konu ile yazarın düşünce akışında şiire doğru ana izleklerini belirlediğini, kitabın başından sonuna değin okuru şiirin yeri, düşüncenin yeri, Dil’in yeri, biçim/şekil-kalıbın yeri, şairin yeri mihverinde düşündürdüğünü söyleyebiliriz.
Yazar, şiirin asıl yerini ‘yurdunu’ ve konumunu belirlerken bir yandan da şiire ait hâkim görüşün bize dayattığı kalıp, şekil ve kurallar yığınının aldatıcı – yazarın deyimiyle yol kesici- asıl hedefi ve bu hedefe vardıran güzergâhı gizleyici perdeler olduğunu görmemizi sağlıyor. Yazarın diliyle ilerleyelim: “Hâkim söylem, merkez-çevre/merkez-taşra tartışmalarını (ikilemini) canlı tutarak tüm sanat etkinliklerini kendine katılma / merkeze çekilme mecburiyetindeymiş gibi gösterebilir. Bu kendine katılma, merkeze bende olma/ona boyun eğme anlamına gelecektir elbette. Merkeze çekildiğin/ boyun eğdiğin sürece merkezde gibi gösterilecek, bir nitelik atfedilecek; aksi durumda periferide kalma/taşralılık gibi bir ithamla yüzleşmek zorunda bırakılacaksın.” Bu hâkim unsurlarla mücadele ‘çatışma’ halinde olan şairlerin ‘yol erlerinin’ hâkim unsurların kendi içinde yaşadığı çatışma ve bunalımlı çekişmelerinden şiddetle sakındıkları açıktır. Onların asıl davalarının şiirin öz yurduna giden yoldaki işaret taşlarını yerine koymak, yolu temizlemek, yol ayrımlarında şiirin ana yurduna götüren yolu belirlemek, sahte olana karşın gerçeğin görülmesi adına bir anlam savaşı vermektir.
Yazar bu noktada dünya edebiyatından Goethe ve Schiller’i akıllı adamlar olarak nitelerken; bunları, merkezde uslu bir çocuk olarak durmayan fakat tümüyle de merkezden kurtulamayan şairler olarak görür, Hölderlin’i ise bu baskı ve dayatmaya karşı uslanmaz bir tutkuyla gerçeği dillendiren bir yol eri olarak gösterir. Bu bağlamda Türk edebiyatından Goethe ve Schiller’in karşılığı Turgut Uyar ile Cemal Süreya’dır. Elbette Hölderlin’e benzerliğiyle karşımızda şiirin uslanmaz, aksi çocuğu olarak Ece Ayhan durmaktadır. Zira o akıllı uslu durmayan bir sivil şairdir. “Bu sarışın kötülük toplumunda bütün kusurların ortasında insana ait resimler çizmek ve çentikler açmak istemektedir.” Bir başka uslanmaz adam da Cahit Zarifoğlu’dur. “ Dokunmayın şiire! diyerek dalmıştır mahalleye. Arkasını döndüğünde geride hiçbiri kalmamıştır arkadaşlarının. Kafası gözü parçalanmış, bocalamış vaziyettedir. Gelirken bir savaşçı gibi gelmiştir yenik değildir dönerken.” Yazar bu uslanmaz üç deli adam örneğiyle merkezin şiiri örten, körelten, kapatan perdesini aralamaya çalışmıştır. Elbette kurgulanmış şiiri de asıl şiirin önünde bir engel olarak görmektedir.
Kitap, yazarın okuma serüvenini ve anlama biçimini ortaya koyması bakımından da önemli ipuçları veriyor bize. Asıl düşünce alanı dil, varlık, şiir, hayal ve hakikat olunca bu alanın yılmaz, yorulmaz bekçileriyle karşılaşıyoruz. Başta Kelam-ı Kadim… Musa Peygamber’in asâsı sihirli olanı, gerçeğin üzerindeki tüm örtüleri, sahte olanı yutuyor. Doğruluk ortaya çıkıyor, eğrilikler ortadan kalkıyor. Sır aşikâr oluyor. Beyan ‘retorik’ hakikatin karşısında aciz kalıyor. Gerçeğin şavkıması ile gölgeler silinip yok oluyor. Göz kamaşıyor, varlık beliriyor, söz kayboluyor, anlam açığa çıkıyor. Anlıyoruz ki dil fıtratın ana yurdudur. Hz Musa’nın asası hayal âleminin bir tezahürüdür. Duraklayıp yine ehline müracaat edelim: “ Aslın emanetin koruyucusudur asa. Asa [şiir] ortaya çıkartır ve yok eder; hikmet yükselirken sihir silinip gider. Şiir diye ortaya sürülen, ilgiyi saklı niyetten saptırmaya çalışan, iktidar kölesi, telkine dayalı, şaşırtıcı bir biçimde süslenmiş/imge deliği söz, şiir karşısında dayanıksız kalmaya, yok olmaya mahkûmdur. Süslü, zihni çelici zekâ “çırıpıntıları”yla geçici bir şaşkınlık oluştursa da çok geçmeden bütün “büyü”sü silinip gidecek, gizlediği niyeti de ortaya çıkacak ve üstünlük kazanmak amacındayken iktidarın kölesi olarak kendisini yok edecektir.”
Derrida’nın kirpi metaforu ve kadim geleneğimizdeki karga metaforu yazarın çapraz okuma yöntemiyle enfes bir yoruma ulaşıyor. Anlaşılan o ki muhalledatın izlerinden –yatağından- yürümüş yazar. Eserde, çok katmanlı bir anlatımın, çok katmanlı bir okuma ve kavrayışın neticesi apaçık beliriyor. Öze ulaşmak için çırpınınmış. Kupkuru, içerikten yoksun bir sürü malumat yığını değil bu kitap. Kendini hakikate adamış ve hakikatin öz suyunu emmiş bir düşünürün içine düştüğü anlam deryasından getirdiği, tatlar, kokular daha kitapla ilk temasınızda kalbinizi buluveriyor. Dilin bütün imkânlarını zorlayarak –kullanarak da diyebiliriz- anlamı açığa çıkarmış. Pınarın gözünü bulmuş.
Anlaşılan o ki daha uzun süre kendinden söz ettirecek, düşündürdükleri etrafında uzun yıllar konuşulacak bir kitap. Mümbit toprağında sağlam bir fidan yetiştiriyor Ali Ömer Akbulut. Kök salması, dal budak atması, bereketli olması dileğiyle…
Kitabın Künyesi
Asâ Kimin Elinde?
Ali Ömer Akbulut
Şule Yayınları / 2015