Şiir tarafından ihmal edildiğim bütün zamanlarda, kendi halime, yalnızlığıma zalimce bir hayranlık duyuyorum. İçim kabarıyor, bıraksalar da ıssızlarda başım önümde, kendime gömülerek dolaşsam.
Yaşamak’ tan
7 Haziran 1987’de kaybettiğimiz şiirin zarif prensinin bu sene vefatının 29. sene-i devriyesi idi. Edebiyatın çeşitli türlerinde nitelikli örnekler sunan Cahit Zarifoğlu’nun daha çok şiiri ve şairliği gündemde olmuştur. İlk okunduğunda kendini hemen ele vermeyen kapalı şiirlerdir onunki. Kimi şiirleri gürlek bir ahenkle destansı bir anlatım eşliğinde çağlarken, çoğu şiirlerinde de lirizm baskın bir unsur olarak belirmektedir. Zarifoğlu’nun ürünlerini verdiği dönem aynı zamanda şiirde bir arayışın dönemidir. İkinci yeni şiirinin olgunlaştığı bu dönem, aynı zamanda siyasal yapı içindeki fikri kamplaşmaların keskin uçurumlarla birbirinden ayrıştığı bir dönemdir. Ülke yönetimini elinde bulunduran iktidarın resmi ideolojisini dayattığı, kendisi gibi düşünmeyeni yok saydığı bir sistemin içinde var olma mücadelesi veren her sanatçı gibi Zarifoğlu da zorunlu olarak kapandığı bu dehlizin derin sessizliği içinden şiiriyle seslenir.
Ruh yalnızdır, kendi ruhuna yaklaşan yalnızlığı bulur, bir de kadim bir acı belki de… Acı şiiri olgunlaştırır, imgeyi anlamsızlığın boşluğuna değil de anlamın kıyısına yaklaştıran yegâne unsurdur acı. Bunun içindir ki Zarifoğlu’nun şiiri bir arayışın şiiridir. Kendinden sonra gelen kuşağın önünü açan bir şiir olmuştur; yoksa bir bunalımın, kendi kabuğunun içinde hapsolmuş ve dış dünyaya sağır kesilmiş bir sessizliğin şiiri değildir onunkisi. Kendi acısını böğründe taşıyan şair, bir yandan böğrüne elini bastırırken gözü insanda, insanlıktadır. Ontolojik bir seyahatin içinden seslenir. Bu sesleniş şiirle neşv ü nema bulur. “Ben Dirimle Doğrulurken” başlıklı şiir ontolojik seslenişin şahikasıdır. Şiirden alıntıladığımız iki kıta ile devam edelim:
“Yüzüm aydınlık bakar elemlere / Yangın yerlerine / Coşkuyla selamladım bütün bayrakları / Düşman kadınlarını Tanrım bu dağları da sen yarattın / Bana kattın / Bir bir okşadım / Sema yapan kırları”
Yaşamak onun için bir serüvendir. Şair bu serüveni kendilik bilincinin en üst perdesinden kavramıştır. Birileri gibi ya da etraftan gördüğü gibi değil de hayatın olabildiğince kılcallarına inerek, duyarak, hissederek yaşarken, kendi payına düşen tortuyu da özenle yontmaya çalışır. Bu yontudan kalan pürüzsüz şekildir Zarifoğlu şiiri. ‘Yaşamak’ adlı güncesinde bahsettiğim bu durum için “ Günlük hayatta bile ‘şiir gibi’ deriz. Asırlardır insan içine vuran şiirlerin ötesindedir ‘şiir gibi’ derken işaret edilen bile. Şiir, o ana şiir damarı, tıpkı insan gibi, yaratana doğru gayret etmektedir. Bütün kâinat ve içerisinde ecdadımız ve geleceğimizle biz, evinden kaçmış gibi, yeniden yuvaya, O’na, eşyanın ve mananın tek mirasçısına varmaya çabalıyoruz. Yıldızlar bu nedenle içine yüzlerce dünya sığacak kadar büyük, saatler bunun için çalışıyor, Ay bu yolculuk içinde ikiye yarıldı.” diyecektir.
Müslüman duyarlıklı sanatçı şahsiyetiyle Zarifoğlu dış dünyaya sağır, kendine yabancı, kurmaca bir avangart sanatın, yüzeyi berrak suyla kaplı olsa da bu aldatıcı berraklığın altında insanı kendine çeken ve yutan bir balçık deryası olduğunun bilincindedir. Şiirinde olduğu gibi yazılarında da asıl gayenin sanat olmadığının bilincindedir. Acziyetinin bilincinde olan bir varlık, sanat üretme amacı gütmez. İpek böceği olmasaydı insanoğlu ipeği nerden bilecekti? İpek böceği ördüğü kozasıyla yüce yaratıcıya şükrünü sunarken; ipek ustası da ipek böceğinden tevarüs ettiği bilgiyle dokuduğu kumaşla şükrünü ifade eder. Sanatta da bu böyledir; zira her sanatçı kendine bir malzeme bulmak zorundadır. Bulduğu malzemenin bilgisi yine o malzemenin doğallığında ve yaratılışında gizlidir. Şimdilerde modern sanat dediğimiz nice akım ve bu akımın sanatçıları, elindeki malzemenin bilgisinden habersizdir. Doğallıkla kullandığı malzemenin bilgisinden haberdar olmayan sanatçılar, yaratma olgusunun benliğe pompaladığı yüksek tahrik duygusuyla şehrin bulvarlarında tanrı gibi gezinmektedirler. Oysa Zarifoğlu ve çevresinin çekim alanında olduğu üstat Necip Fazıl Kısakürek sanatla varılmak istenen gayeyi bilinen şu dörtlükte en kesif anlamıyla dile getirmiştir:
“Kaçır beni ahenk, al beni birlik! / Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şairlik, / Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta!”
Böylesi bir sanat anlayışı, vizyonu eşyadan uzaklaştırarak varlığın hakikatini arama cehdiyle yüce ve aşkın olana çevirme gayretinin bir sonucu olarak ‘belireni’ sanat olarak adlandırır ki bu sanat da ancak yaratıcıya giden yolda bir işaret taşı mesabesindedir. Bu noktada Zarifoğlu da “Yaşamak” adlı güncesinde “Nedir bu sanat?” sorusuna cevap ararken, ‘sanat’ kavramı hakkında batı ve doğu ekseninde uzun bir irdelemenin sonucunda şu yargıya vardığını görüyoruz: “ Evet, sanat ve şeriat noktasına geldik. Açık iki kapı. Sanat bu iki kapıdan aynı anda geçilebiliyorsa sanattır bizim için. Başka türlüsü de sanattır belki ama onların sanatıdır o. Bizce makbul olamaz. Onlar guddelerin marifetlerini çok sanatkârane anlatabilirler mesela. Demek ki şeriata uygun sanat ve şeriata uygun eleştiridir aslolan. Henüz hiçbir detayı üzerinde bilinçle durmadığım fevkalade güzel ve güven dolu bir yargı bu.”
İzleği ve inceliği Müslüman duyarlığından neşet eden bir şahsiyettir Zarifoğlu. Bakışı muhtaç olan, acı duyan, zulme uğrayanın üzerindedir. Müslümanın yaşadığı her yeri kendi vatanı bellemiştir. Şiirlerinde ve yazılarında Müslüman coğrafyanın ve som bir insanın haritasını okursunuz aslında. Aslında Zarifoğlu budur.
Zarif insana, zarif ruhuna, dua niyetine…