Melih Bayram Dede

DERGİBİ’NİN ÖYKÜSÜ

Ocak 1999’da yayınlanmaya başlanan Dergibi’nin öyküsünü kurucusu Melih Bayram Dede şöyle anlatıyor:

Takvimlerin 1998 yılı Aralık ayının son haftasını gösterdiği günlerde, internette bir edebiyat sitesi, benim tanımımla “Dergi gibi bir şey” çıkarmayı planlıyor ve bu “dergi gibi” şeye isim arıyordum. Bu konuyu, Mehmet Şeker’e açtığımda, şöyle dediğimi hatırlıyorum: “İnternette dergi gibi bir şey çıkarmayı düşünüyorum. Ama öncelikle bir isim bulmamız gerek!”.

Böyle bir girişten sonra Mehmet Şeker’den cevap geldi:

“Adı Dergibi olsun!”

Bu çok güzel bir isimdi. Hemen kabul ettim.

Şimdi zaman zaman düşündüğümde, “Dergibi” adının ne kadar isabetli bir karar olduğunu tekrar anlıyorum.

İşte Dergibi böyle doğdu. Türkiye internetinde ilklerden oluşu nedeniyle büyük ilgi gördü. Basında, özellikle de gazetelerin kültür sayfalarında haber oldu. Televizyonların internet programlarında yer verildi.

İlk etapta basılı dergilerde ürün yayınlayan dostlarımız, internette yayınlanan bir dergiye ürün vermekte çekingen davrandılar. İnternet onlara göre, yeni ve yabancıydı. Bir görüşe göre de, “suya yazılan yazı”dan farksızdı. Bu ve bunun gibi nedenlerden ötürü gereksiz de olsa, “İnternette edebiyat olur mu?” tartışmalarına şahit olduk. Zaman zaman bu tartışmalara Dergibi’den biz de katıldık.

Daha sonraları, internette edebiyata soğuk bakanların da, ürünlerini internette yayınlanan ve Dergibi’yi model alarak oluşturulan sitelerde yayınladıklarını gördük, mutlu olduk.

Aradan geçen yıllarda ise, büyük mesafe katedildi. Yeni edebiyat siteleri açıldı. Bunların kimi e-dergi, kimi ise edebiyat arşivi niteliğindeydi. Dergi formatında siteler kadar arşiv niteliğinde sitelere de ihtiyaç var kuşkusuz. Yine de biz şiir ve şair özgeçmişi arşivleyen sitelerden çok, yeni ürünler yayınlayan “dergi” formatında yayın yapan sitelerin sayısının artmasını tercih ediyoruz. Böylelikle, edebiyatta bir okul görevi gören basılı dergilerin misyonuna sahip sitelerin varolması sağlanabilir.

Ürün yayınlayan bir site olan Dergibi, yeni bir döneme girdi. Dergibi’nin bundan sonraki gelişimini/öyküsünü yaşayarak, birlikte göreceğiz.

EDİTÖRLER

Ali Ömer akbulut: aliomerak@gmail.com
Cahid Efgan Akgül: cahidefgan@gmail.com
Yunus Nadir Eraslan: yunusnadir@gmail.com

Bize Yazın

Çok Okunanlar

  • All Post
  • Adem Ağacı
  • Alıntı
  • Anlatı
  • Ara-lık
  • Beyaz haber
  • Buhara'dan Gelen Adam
  • Çay Molası
  • Çevgan
  • Çeviri şiir
  • Çocuk
  • Çöl Vaazları
  • Değini
  • Deneme
  • Dergi
  • Eleştiri
  • Genel
  • Gezi-Anı
  • Göz-lük
  • Günlük
  • Haber
  • Haiku
  • Hayatı Hakikiyye Sahneleri
  • Kitap
  • Kısa Kısa Söyleşi
  • Kusurlu Yazılar
  • Mavi Kalem
  • Mürekkep Lekesi
  • Öykü
  • Öykü Mahzeni
  • Röportaj
  • Şiir
  • Sinema
  • Söz Misali
  • Üryan Soruşturma
  • Üryan Söylenişler
  • Yazıyorum Öyleyse Varım
Edit Template

Susan Sontag’ın Yoruma Karşı makalesi üzerinden edebiyatı sorgulamak

İnsanın bu yeryüzünde ne kadar bir süredir bulunduğunu tam bilmesek de 150-200 bin yıl kadar geriye uzanan bir tarihten bahsetmek mümkün gözüküyor. İnsanın dünyada var olduğu günden itibaren ilk ortaya koyduğu farklılık nedir diye baktığımızda bize kalan ilk işaretler sanatla ilgilidir.

Binlerce yıl önce mağara duvarlarına çizilmiş resimlerin amacını hala anlamış olmasak da insanoğlunun deneyimlediği somut gerçeklikten yola çıkarak hiç var olmayan soyut eserler üretebilme yeteneğini görebiliyoruz. İnsan beyninin bu özelliği onu hayvanlardan ayıran ilk ve en önemli fark olarak karşımıza çıkıyor.

Peki, insanoğlundan sanatı bu kadar ayrılmaz yapan, onu sanata bu derece tutkun kılan nedir?

Sanatı sadece üretmek değil, anlamak ve anlamlandırmak da insan düzeyinde gelişmiş bir beyin gerektiriyor. Bir resimde, bir müzik parçasında, bir şiir dizesindeki duygularla, ifade edilmek istenen düşüncelerle aynı frekansı yakalamak, onunla duygudaşlık kurarak adeta o hisleri kendi içinde tekrar yaşamak insanoğlunun ilginç bir özelliği.

Schopenhauer’e göre sanat eserinin insan üzerindeki gerçek etkisi, imgelem gücünü harekete geçirdiğinde ortaya çıkar. Her film, her oyun, her tablo çabuk tüketilmeye direndiği, imgelemiyle serptiği çağrışımlarla kendi öyküsünü yazmaya koşan yeni kollar açtığı oranda bu işlevi yerine getirebilir. Bu noktada sanatçı ile izleyici arasındaki ortak çağrışım alanları   özel bir önem kazanıyor haliyle. Kandinsky sanat yapıtının doğuşunu “heyecan-duygu-sanat yapıtı” biçiminde sıralar. Seyircinin (alımlayıcının) sanat yapıtını anlaması ise “sanat yapıtı-duygu, heyecan” sırasına göre şekillendiğini vurgular. Ona göre sanat yapıtının doğuşu gizemli, bilinçsiz ve kendiliğinden gelişen bir durumdur.

Hegel‘e göre tüm sanatlar soyutlama yaparak bize ulaşır. Örneğin, Hamlet bize insan doğası hakkında bilgi verir, eserde anlatılan bir tek kişi değil, insanlıktır. Immanuel Kant sanatın amacının güzelin deneyimi olduğunu savunur. Leo Tolstoy için, iyi bir sanat eseri, sanatçının duygularını etkili bir şekilde aktarabilmelidir. Clive Bell, 1914 yılında Cezanne’dan etkilenerek yazdığı Sanat (Art) adlı kitabında sanatın başat biçim (significant form) olduğunu ileri sürer. Bell’e göre önemli olan çizgi, şekil ve renk ilişkilerinin kendi aralarındaki kombinasyonlarıdır.

John BergerGörme Biçimleri’nde sanatın tarih boyunca iktidar ilişkileriyle nasıl şekillendiğini ve manipüle edildiğini ele almıştır. Marcel Duchamp geleneksel sanat anlayışına meydan okuyarak sanatın ne olduğu sorusunu tamamen dönüştürmüştür. Ready-made (hazır nesne) kavramıyla, sıradan bir nesneyi sanat eseri ilan ederek sanatın anlamını izleyicinin algısına bırakmıştır. Herbert Read sanatı, bireyin ve toplumun varoluşsal sorularını ele alan bir iletişim biçimi olarak açıklar. Jacques Rancière sanatın anlamını izleyiciyle kurduğu ilişkide bulur. Hal Foster modern ve postmodern dönemlerin sanatını kendini sürekli yeniden tanımladığını, sanatın artık tek bir anlamla tanımlanamayacağını, farklı bağlamlarda farklı işlevlere sahip olduğunu öne sürmüştür.

Yukarıda belirttiğim gibi sanatın ne anlama geldiği konusunda ortak bir fikir birliği yok. Kimileri sanatın estetik bir deneyim, kimileri toplumsal bir eleştiri aracı, kimileri ise bireysel duyguların bir ifadesi olduğunu düşünür ve tüm bu görüşlerin belli bir doğruluk payları vardır. Ancak genel olarak sanat, bireysel ve toplumsal düzeyde bir anlam yaratma, sorgulama ve iletişim kurma aracı olarak kabul edilir. Her eleştirmen ve düşünür, sanatın bu çok boyutlu yapısının farklı bir yönüne ışık tutmuştur.

Sanat eleştirmeni Susan Sontag’ın 1966 tarihli Yoruma Karşı (Against İnterpretation) makalesinde bir sanat eserinde gizli anlamlar bulmak için sanatı didik didik eden entelektüel oyuna karşı çıkar. Ona göre sanat çözülmesi gereken bir bilmece değildir. Modern yorumlama biçiminde eleştirmenin metni deştiğini, metnin arkasında bir şeyleri ararken metni yok ettiğini öne sürer. Eleştirmen metni deşerken gerçek olduğuna inandığı alt-metini ortaya çıkarmaya çalışırken metni değiştirmiş olur. Metnin içinde yatan gerçek anlamı açıklığa kavuşturduğunu söyleyerek onu daha anlaşılır kıldığını savunur. Bu durum metni yok eder, dolayısıyla asıl metinden uzaklaşılmış olur.

Sontag bize sanatı hissetmeyi önerir. Bir metni aşırı yorumlamanın sanatı olmadığı bir şeye dönüştürdüğünü, yorumlamanın “aklın sanattan intikamı” olduğunu söyler. Bir sanat eserini parçalara ayırıp onları derli toplu anlam kalıplarına indirgediğimizde, sanatı edilgen bir duruma getirmiş oluruz. Oysa sanatın bizi rahatsız etmesi, hatta kafamızı karıştırması, duyularımızı harekete geçirmesi gerekir.

Susan Sontag, sanatın bir anlam taşımasından çok, bireysel duyulara hitap eden bir deneyim olduğunu, sanat eserinin anlamını reçetelendirmeye çalışırken biçimi gözden kaçırdığımızı ve sanatı kısırlaştırdığımızı öne sürer. Sanatın görevi, insanların duyusal yoğunluğunu artırmaktır. Sontag, çağdaş eleştirinin bir eserin içeriğine- ya da eserin ne hakkında olduğuna- çok fazla yatırım yaptığını ve biçimin ya da sunumun bir kenara bırakıldığına dikkat çeker. Eleştirmenin bir eserde anlam bulma takıntısı sanatın amacını tamamen ıskalar. Yani, sanatın sadece ne söylediğine değil, duyusal deneyimine -renk, doku, ses- odaklanmaya ihtiyacımız vardır. Örneğin, filmde açılar, ışık ve hareket gibi şeylere odaklanmanın, hikâyeyi yorumlamaya çalışmaktan daha zengin bir deneyim sağladığını savunur.

Bu görüşü onun entelektüel karşıtı olduğu anlamına gelmez. Tam tersine. O sadece bir denge istiyordu- bazen bir şeyin nasıl sunulduğunun da en az ne anlatmaya çalıştığı kadar önemli olduğunun kabul edilmesini arzuluyordu. Sontag sanatı her şeyden önce hissetmemizi istiyordu. Sanatın bizi tedirgin eden gücü vardı. Bize bir tuhaflık yaşatabilirdi. Tuhaf yeni bir şeyle karşılaştığımızdaki duygularımıza hitap ederdi. Zorlayıcı ve hatta rahatsız edici olabilirdi. Bu rahatsızlığımızı sakinleştirmek için acele etmek yerine, sanatın bizi duygusal düzeyde etkilemesine izin vererek onunla ilişkiye girmememizi öneriyordu.

Sanatla çevrimiçi etkileşim kurma şeklimizi düşünün – beynimizde doğan fikirler, sonrasında bir bireyden diğerine iletişim araçları olarak sıçrarlar, yayılırlar ve değişmeye başlarlar. Bazı fikirler toplumda diğerlerine göre daha fazla tutunurlar. Kültürler, fikirler, normlar, masallar, yemek tarifleri, danslar, ritüeller, tekrar tekrar üretilen öğeler içerirler. Örneğin Kırmızı Başlıklı Kız masalı kültürden kültüre farklılık gösterse de Kırmızı Başlıklı Kız’daki bazı öğeler toplumsal alan ve zaman üzerinde benzer şekilde kalmaya devam ederler.

Günümüze bakacak olursak internetle tanışalı beri çok sayıda yepyeni deyim, sözcük, kültür parçası, fikir, dans, müzik, video ve benzeri ürün yelpazesi altında adeta bombardıman altındayız. İlk aklıma gelenler film kesitleri üzerinden yazarak paylaşılan komik sözler, paylaşılan fotoğraflar ve daha niceleri…Hepsi de popüler kültürün ürünleri olarak karşımıza çıkıyor. Bunların bir kısmı toplumda kendine yer ediniyor, haftalarca, aylarca hatta bazen yıllarca varlığını sürdürüyor. Bazıları ise birkaç günlük kısa bir süre içinde sönüp yok oluyorlar. İnsanlık tarihinde yüz milyonlarca farklı felsefi fikir, farklı siyasi görüş bulunuyor. Fikirlerin zaman içinde değişmesi, beyinden beyne sıçraması, genlerimizin hareketine benziyor. Bu fikirleri veya genel olarak “şey”leri, gen değil de “mem” olarak isimlendiriyor Richard Dawkins,

Richard Dawkins, mem kavramını ilk kez 1976 yılında yayımlanan The Selfish Gene (Bencil Gen) kitabında ortaya atıyor. Dawkins, mem lerin biyolojik evrimdeki genlere benzer şekilde, kültürel evrimin temel birimi olduğunu öne sürdü. Dawkins, mem terimini (İngilizce “meme”), kültürel bilgilerin ve davranışların genler gibi nesilden nesile geçtiğini ve bu süreçte evrimleştiğini açıklamak için kullandı.

Richard Dawkins’e göre mem ler, biyolojik evrimde olduğu gibi genler gibi kültürel evrimde replikatör olarak işlev görür. İnsan zihni, bu mem lerin çoğalması ve yayılması için bir taşıyıcı’dır. Örneğin, güçlü melodisi olan bir şarkı ya da akılda kalıcı bir sembol hızla yayılır. Şarkılar, fikirler, inançlar, modalar ve hatta sanatsal yaklaşımları mem olarak adlandırır, mem leri kültürel unsur olarak kabul eder. Mem ler, çevrelerine uyum sağlama yeteneklerine sahiptirler. Ancak bu süreç, biyolojik evrimden daha hızlıdır, çünkü fikirler ve imgeler anlık olarak kopyalanabilir ve değişebilir.

Bugünkü sanata etkisi açısından Dawkins’in mem kavramı sanatın üretim, paylaşım ve evrimini anlamak için önemli bir çerçeve sunmuştur. Özellikle dijital çağda mem ler sanatın hızla yayılıp dönüşmesine ve dolayısıyla sanatın geniş kitlelere ulaşmasını sağlarlar. Özellikle pöpüler kültür mem in bu özelliğinden yararlanır. Estetik ve içerik açısından ikonlaşmış imgelerin veya unutulmaz melodilerin daha uzun süre hayatta kalmaları onların başarıları ile orantılıdır.

Özetlersem, artık sanat eserleri, sabit bir bağlamda değerlendirilmiyor; hızla yeni anlamlar ve biçimler kazanıyor. Örneğin, bir sanat eseri başka bir bağlama yerleştirilerek “yeniden üretiliyor” ve böylece yeni mem ler yaratılıyor. İzleyiciler, sanat eserlerini yeniden yorumlayarak ve paylaşarak, memetik (mem bilimi) sürecin bir parçası haline geliyor. Dawkins’in fikirleri, sanatı sadece bireysel yaratıcılığın ürünü olarak değil, toplumsal ve kültürel evrimin bir parçası olarak görmemizi sağladı. Bu, sanata dair algımızı genişletti, sanatın dinamik, sürekli dönüşen bir yapı olduğunu kavramamıza yardımcı oldu.

Bu düşünce sanat söz konusu olduğunda yorumlamadan gerçekten kaçınabilir miyiz sorusunu gündeme getirmektedir. Bazı eleştirmenler Sontag’ın bu görüşüne şöyle karşı çıkarlar: Yorumlama bir şeyleri algılama biçimimizin doğal bir parçası olduğuna göre, bir resme onu yorumlamaya çalışmadan bakmak bir yorumlama biçimi değil midir? Bu anlamda, belki de bir dereceye kadar entelektüel angajman kaçınılmazdır.

Dahası, farklı sanat türleri farklı yaklaşımlar gerektirebilir. Sontag tüm sanat eserlerinin yorumlanmasına karşı çıkmaktadır, ancak gerçekte şiir gibi bazı türler soyut resim gibi diğerlerine kıyasla yorumlamaya daha fazla davetiye çıkarmaktadır. Buradaki zorluk, sanatı duyusal düzeyde deneyimlemek ile gerektiğinde onunla entelektüel bir ilişkiye girmek arasındaki dengeyi bulmaktır.

Sontag’ın yorumlama ve eleştiri konusundaki fikirleri, bugün sanatla nasıl ilişki kurduğumuz üzerinde kalıcı bir etkiye sahip olmuştur. Eleştirmenler ve akademisyenler, Sontag’ın biçime daha fazla odaklanma çağrısını benimseyerek, entelektüel analize fazla bel bağlamadan sanatla ilişki kurmanın yeni yollarını bulmaya çalışan post-eleştiri gibi akımlara öncülük ediyorlar.

Sontag’ın argümanı günümüzde nasıl görünüyor? Ne de olsa artık 60’larda değiliz. Onun görüşleri doğrultusunda Vincent van Gogh’un Yıldızlı Gece ve William Carlos Williams’ın Kırmızı El Arabası adlı eserleriyle açıklamaya çalışalım. William Carlos Williams’ın Kırmızı El Arabası şiiri şöyle: “o kadar çok şey bağlı ki/beyaz tavukların yanında/yağmur sularıyla parlayan/ kırmızı bir el arabasına.” (Cevat Çapan çevirisi)

Bu şiir, modern şiirde önemli bir yere sahiptir. Williams’ın sanata yaklaşımını, gündelik nesneleri anlamlandırma çabasını temsil eder. William Carlos Willaim şiirde fikirlerden değil nesnelerden bahsedilmesi düşüncesinden yola çıkarak şiirler yazmıştır. Bu düşüncesini “not ideas but things” (fikirler değil nesneler) olarak açıklar. Yalınlığı ile yalnız Amerikan şiirine değil modernist şiire de damgasını vurmuştur. Yalın imgelerin yanı sıra, öyküyle anlatma arasındaki keskin ayrımı lirizmle buluşturmuştur. Klasik kalıplar yerine, 1920’lerden başlayarak Amerikan günlük dilini kullanmış, Walt Whitman’dan sonra şiirin özgürleşmesine büyük katkı sağlamıştır. Şiirin mühim konulardan bahsetmeden yazılabileceğini kanıtlar nitelikte bir şiir anlayışına sahiptir. Eleştirmenler bu kısa ve basit şiiri yıllarca didik didik ederek gizli anlamını aramışlardır. Sontag’ın yaklaşımını uyguladığımızda, el arabasının ve tavukların neyi sembolize ettiğini sormayı bırakalım ve sadece şiirdeki imgelere odaklanalım.

Şiir, yalın ve doğrudan bir dil kullanır. Dört dizeden oluşan şiir, her dizede güçlü imgelerle doludur. “Kırmızı el arabası”, “yağmur sularıyla parlayan” ve “beyaz tavuklar” gibi imgeler, okurun zihninde belirgin ve canlı bir sahne çizer.

Şiir, gündelik bir nesne olan el arabasıyla başlar ve Williams, bu nesneyi imgelerle tasvir ederek onun değerini ön plana çıkarır. Bu, Williams’ın “düşünceler yalnızca şeylerin içindedir” anlayışının bir yansımasıdır. El arabası, sıradan bir tarım aracıdır; ancak Williams, onu öne çıkararak yaşamın basit ama değerli unsurlarının göz ardı edilmemesi gerektiğini vurgular.

Şiir, doğrudan gözlem ve duyusal deneyim üzerine inşa edilmiştir. Renkler, dokular ve nesneler arasındaki ilişki, okuyucuya bir anlık yaşam deneyimi sunar. Özellikle kırmızı rengi, canlılığı ve dikkati çekmeyi amaçlar; bu da el arabasının önemi üzerinde durulmasını sağlar. Şiir, sadece bir nesneyi betimlemekle kalmaz, aynı zamanda insan yaşamıyla olan bağlantısını da vurgular. El arabası, insan emeği ve tarımın sembolü olarak, doğayla olan ilişkimizi temsil eder. Williams, bu basit nesne üzerinden derin bir bağ kurarak, okurun kendi yaşamındaki basit ama önemli unsurları yeniden değerlendirmesine olanak tanır.

Şair gündelik hayatın değerini ve basit nesnelerin derin anlamlarını keşfetmiştir. Okuru sıradan yaşamın güzelliklerine dair düşünmeye teşvik etmektedir. Ayrıntılarla dolu bu kısa şiirde sıradan bir sahnenin anlık görüntüsü verilir. Williams doğal bir ortamda gerçek güzelliği görebilmiş gerçek güzelliğin olağanüstü olmadan nasıl var olabileceğini göstermiştir.

Yağmurdan parlayan kırmızı el arabasının görüntüsünün zihninize yerleşmesine izin verin. Kırmızı ve beyaz arasındaki kontrasta dikkat edin. Sahneyi hissedin. Şiirin kısalığı, sahnenin sadeliğini yansıtan bir ritim yaratıyor. Bu sıradan, sessiz anı hayal ettiğinizde hangi duygular yükseliyor? Yorumlamadan, bu sadece bir anlık görüntüdür- zamanda bir an, hareketsiz bir görüntü, bir görseller oyunu. El arabasının neyi sembolize ettiğini bilmenize gerek yok. Williams’ın size verdiği sakin, dingin görüntünün tadını çıkarabilirsiniz.

Şimdi bir başka sanat eserine, Van Gogh’un Yıldızlı Gece’sine bakalım. Bu eser dünyadaki en tanınmış sanat eserlerinden biridir. Hemen hemen her hediyelik eşya reyonunda, tişörtlerde, havlularda, kupalarda ve daha birçok tüketim ürününde yer alması eserin zamansızlığının ve evrenselliğinin kanıtıdır. İşin ilginç yanı, Van Gogh’un kardeşine yazdığı mektupta eseri başarısızlık olarak değerlendirmiş olmasıdır. Eleştirmenler genellikle bu tabloya sembolik bir mercekten bakar, Van Gogh’un ruhsal durumunu, dönen gökyüzünün anlamını ya da yükselen selvi ağacı hakkında yorumlar yaparlar. Bazı analistler, ön plandaki stilize selvi ağacının sembolizmini, ölümle ve Van Gogh’un intiharıyla ilişkilendirir. Kimi eleştirmene göre selvi ağacı ölümsüzlüğü temsil etmektedir.

Şimdi bütün bu yorumları bir kenara bırakalım ve tabloya Sontag’ın merceğini kullanarak bakalım. Tüm yorumlama dürtünüze direnin, resme bakmanın deneyimine odaklanın. Fırça darbelerinin hareketini hissedin. Gökyüzü daireler çizerek dönüyor, yıldızlar parlak, koyu maviler, sarılar ve beyazlar bir kaos ve sakinlik girdabı yaratıyor. Tuvaldeki bu harekete baktığınızda, sizi nasıl hissettiriyor? Dönen gökyüzü sizi meraklandırıyor mu? Huzursuz mu ediyor? Yoksa sakinleştiriyor mu?  Van Gogh’un hayat hikayesini bilmenize ya da gökyüzünün veya köyün ardındaki anlamı analiz etmenize gerek yok. Bunun yerine, resmi hareket, ışık ve rengin bir ifadesi olarak hissedin. Entelektüel olarak değil, fiziksel olarak deneyimleyin.

Yorum yapmadan, eserde alt anlamlar aramadan sadece esere odaklanın. Bu yöntem sanatla ilişki kurmanın canlandırıcı bir yoludur. Hem Yıldızlı Gece hem de Kırmızı El Arabası için gizli anlamlar aramak yerine duyusal tepkilerinize güvenin. Onları entelektüel terimlere çevirme ihtiyacını bir kenara bırakın ve oldukları gibi deneyimleyin- renklerin, şekillerin ve duyguların canlı gösterileri. Susan Sontag’ın Yoruma Karşı (Against Interpretation) adlı makalesinde bize hatırlattığı gibi, bazen bir adım geri çekilip sanatın ne anlama geldiğinden ziyade aslında ne olduğunu görmek iyidir. Sontag’ın dediği gibi, duyularımıza güvenmeli, bir eserle birlikte orada olmalı, onunla birlikte oturmalı ve yorumlamanın cazibesinden kaçınmalıyız. Bu nedenle, bir dahaki sefere bir resimle karşılaştığınızda, bir kitap okuduğunuzda ya da bir film izlediğinizde, önce duyularınızla konuşmasına izin vermeye çalışırsanız ne olacağını görün. Onu anlamaya çalışmayı bıraktığımızda sanatın size vereceği çok daha fazla şey olacaktır.

Sanat çok kaynaktan besleniyor ve her sanatçı kendi potasında eritiyor, kendi diline dönüştürüyor. Sanıldığının aksine sanat, nesnel gerçekliği yakaladığında bitmiyor, yeni başlıyor. Sanatçının amacı, nesnel gerçekçiliği yakalamak değil, yakalayıp dönüştürmek. Nasıl ki, tohum, tohum olarak dondurulamaz, tohum bitkiye, bitki de yeniden tohuma dönüşmek zorundaysa sanat da dünyayı tanıma etkinliği olması kadar bir dünya görüşüdür de. Yazımı Susan Sontag’ın şu sözleriyle bitirmek istiyorum. “Şimdi önemli olan, duyumlarımızı yeniden kazanabilmektir. Daha çok şeyi görmeyi, daha çok şeyi işitmeyi, daha çok şeyi duyumsamayı öğrenmemiz gerekiyor. (…) Sanatta gereksinme duyduğumuz şey, yorumbilim yerine sevgibilimdir.”

Kaynakça

Kültürel Evrim, Kültürel Çekiciler ve Memler: Mem ve Memetik Nedir? “Mem” Sözcüğünün Kökeni Nedir? – Evrim Ağacı

Susan Sontag- Sanatçı: Örnek bir Çilekeş, Metis yayınları, Ekim 1998

Vincent van Gogh Yıldızlı Gece- Starry Night Tablosu Analizi
William Carlos Williams Seçme Şiirler, Çeviren Güven Turan, YKY, 2019

https://medium.com/counterarts/sontags-warning-stop-interpreting-art-and-start-feeling-it-7b

https://search.app/m5hZQq2ZGaPZR6hF9

https://search.app/LZeCtkQRsCnKf6j76

Yazıyı Paylaş:

Raşel Rakella Asal

Yazar

Dergibi editörü.

İbrahim | 24 Güzel söz; kökü yerde, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer.

Öykü Mahzeni

  • All Posts
  • Öykü Mahzeni
Üç Küçürek Öykü

5 Eylül 2025/

Serender Düşü Düşünde, felsefeci dostuyla bahçede kahve içiyor, serenderin merdiveninin yapıldığı akasya ağacının ilk kesiminden sonraki haline bakıyorlar. Dostu, “onun...

Üryan Söylenişler

  • All Posts
  • Üryan Söylenişler
İki. Ağyar Gider Yâr Kalır

3 Mayıs 2021/

“Aldı benüm gönlümi n’oldugum bilimezem Yavı kıldum ben beni isteyüp bulımazam” Yunus Emre Bahar yitikçiler çarşısıdır. Baharda öten her bülbül,...

Röportaj

  • All Posts
  • Röportaj

Kusurlu Yazılar

  • All Posts
  • Kusurlu Yazılar
Hasan Yılmaz

18 Ekim 2017/

Dün şair Hasan Yılmaz‘la beraberdim. Uzun süredir görüşme planları yapıyorduk ve bir türlü bir araya gelemiyorduk. En sonunda “artık emekli...

Edit Template