Korkunç Beyaz isimli öykü kitabıyla tanıdık İbrahim Halil Çelik’i. Edebiyat dünyasına hızlı ve ilgi çekici bir giriş yapmıştı. İlk kitabı olmasına rağmen, yıllardır yazıyla haşır neşir olduğu belliydi. Metinlerinde, tecrübeli bir yazarın dinginliği vardı. Okuyucuyu yormayan, duru, sakin bir anlatımı benimsiyordu. Biz ikinci öykü kitabını beklerken, o Uzak Bir Yerde isimli romanıyla çıkageldi.
Öykü yazarlarından genellikle birkaç kitaptan sonra bir roman yazmaları beklenir. Garip bir beklenti, neden böyle olduğu da ayrı bir konu… Ama açıkçası, Çelik’ten bu kadar hızlı bir roman beklemiyordum. Belki birkaç öykü kitabından sonra… Demek ki uzun uzun anlatmak istediği, birkaç sayfaya sığdıramadığı bir hikâye bulmuş ve o yoldan devam etmişti. Uzak Bir Yerde, bana göre başarılı bir romandı.
Çelik, verimli bir yazar olduğunu üçüncü kitabıyla da kanıtladı. Romanın ardından tekrar öyküye dönerek Uzun Bir Kış Gecesi’ni yayımladı.
Bu kitap, on sekiz öyküden oluşuyor. Dil ve üslup açısından önceki kitaplarıyla tutarlı ama konu olarak çok daha geniş bir yelpazeye yayılıyor. Çelik, farklı insanları, farklı mekânları ve kimsenin pek aklına gelmeyecek durumları anlatmayı seviyor. Öyküleri bazen başladığı izlekte devam etmiyor; olay örgüsü, hiç beklenmedik bir şekilde yön değiştiriyor. İlk başta bunun bir zaaf olduğunu düşünebilirsiniz ama bunu birçok öyküsünde yapınca, aslında bilinçli bir tercih olduğu anlaşılıyor. Ya da belki de Çelik, anlatmanın büyüsüne kapılıyor.
Bazı öykülerde, karakterlerin iç dünyasına odaklanırken, bazılarında mekânın kendisi başrole geçiyor. Özellikle kent yaşamına dair gözlemleri, insan psikolojisini incelikli bir şekilde ele alışı dikkat çekici. Örneğin, Uzun Bir Kış Gecesi’ndeki bazı öykülerde, yalnızlık, yersiz yurtsuzluk, insanın içindeki boşluk duygusu ön planda. Yazar, kahramanlarını tam da bu boşluğun ortasına bırakıyor ve onları oradan nasıl çıkacaklarını bilemez hâlde buluyoruz.
Gristanbul öyküsündeki şu satırlar, yazarın anlatı sanatıyla ilgili bir manifestosu gibi:
“Anlatmak bir hastalık. Çaresi yok üstelik. Hayır, hayır, anlatınca da iyileşmiyorsun! Daha fazla anlatmak istiyorsun. Anlattıkça da daha çok anlatıyorsun. Bir burgaçtan farkı yok.”
Bu yüzden, Çelik’in asıl derdinin “hikâye” değil, anlatının kendisi olduğunu düşünüyorum. Sanki olayın ne olduğu önemli değil, asıl mesele anlatmak, içini dökmek…
Bazen öykülerinde ince ince işlenmiş mizah da kendini gösteriyor. Ancak bu, kahkahalar attıran bir mizah değil; daha çok derinlerde bir yerlerde insanın içini acıtan, düşündüren bir mizah. Hayatın ironisi, insanın kendi kendine düştüğü tuzaklar, gündelik hayatın tuhaflıkları… Tüm bunlar Çelik’in öykülerinde kendine yer buluyor.
Günümüz öykücülerinde sıkça gördüğümüz gibi, Çelik de kitabında birçok metne ve yazara göndermelerde bulunuyor. Doğrudan metinler arası bir ilişki kurduğunu söylemek zor ama bazı yazarlara selam çaktığı kesin. Üstelik bunu gözümüze sokmadan, çabucak yapıp geçiyor. Eğer bu göndermeleri metnin içine daha organik bir şekilde yerleştirebilirse, anlatısını daha da derinleştirebilir diye düşünüyorum.
En çok gönderme yaptığı kişi ise… kendisi! Özellikle Bir Adam öyküsünde, yazdığı tüm metinlere selam veriyor. Aynı şeyi Korkunç Beyaz’da da yapmıştı. Keşke bu öyküyü daha uzun işlese ve metinleri birbirine daha doğal bir şekilde bağlasaydı.
Bazı yerlerde öyküden çok denemeye yaklaşıyor. Bunu bir zaaf olarak değil, bir tercih olarak görmek gerek. Çünkü gerçekten etkileyici, alıntılanmaya değer cümleler kuruyor:
“İnsanın en gerçek tarafı iptidai tarafıdır. Bunu yıllardır apaçık görüyoruz. Modern insan, birkaç yılda ilk çağlardaki ilkel hâline döndü. Çünkü yoksulluk, açlık en ilkel dürtülerdir. Ve tabii bir de yaşamak! Asıl ilkellik bu. Yaşıyor muyuz?”
İbrahim Halil Çelik, öykü dünyamızda heyecanla ve istikrarla ilerleyen, gelecekte yazacaklarını merakla bekleten genç ve yetenekli bir yazar. Yolu açık olsun.
* Uzun Bir Kış Gecesi. Mahal Edebiyat. 2024 https://www.bkmkitap.com/uzun-bir-kis-gecesi












