Melih Bayram Dede

DERGİBİ’NİN ÖYKÜSÜ

Ocak 1999’da yayınlanmaya başlanan Dergibi’nin öyküsünü kurucusu Melih Bayram Dede şöyle anlatıyor:

Takvimlerin 1998 yılı Aralık ayının son haftasını gösterdiği günlerde, internette bir edebiyat sitesi, benim tanımımla “Dergi gibi bir şey” çıkarmayı planlıyor ve bu “dergi gibi” şeye isim arıyordum. Bu konuyu, Mehmet Şeker’e açtığımda, şöyle dediğimi hatırlıyorum: “İnternette dergi gibi bir şey çıkarmayı düşünüyorum. Ama öncelikle bir isim bulmamız gerek!”.

Böyle bir girişten sonra Mehmet Şeker’den cevap geldi:

“Adı Dergibi olsun!”

Bu çok güzel bir isimdi. Hemen kabul ettim.

Şimdi zaman zaman düşündüğümde, “Dergibi” adının ne kadar isabetli bir karar olduğunu tekrar anlıyorum.

İşte Dergibi böyle doğdu. Türkiye internetinde ilklerden oluşu nedeniyle büyük ilgi gördü. Basında, özellikle de gazetelerin kültür sayfalarında haber oldu. Televizyonların internet programlarında yer verildi.

İlk etapta basılı dergilerde ürün yayınlayan dostlarımız, internette yayınlanan bir dergiye ürün vermekte çekingen davrandılar. İnternet onlara göre, yeni ve yabancıydı. Bir görüşe göre de, “suya yazılan yazı”dan farksızdı. Bu ve bunun gibi nedenlerden ötürü gereksiz de olsa, “İnternette edebiyat olur mu?” tartışmalarına şahit olduk. Zaman zaman bu tartışmalara Dergibi’den biz de katıldık.

Daha sonraları, internette edebiyata soğuk bakanların da, ürünlerini internette yayınlanan ve Dergibi’yi model alarak oluşturulan sitelerde yayınladıklarını gördük, mutlu olduk.

Aradan geçen yıllarda ise, büyük mesafe katedildi. Yeni edebiyat siteleri açıldı. Bunların kimi e-dergi, kimi ise edebiyat arşivi niteliğindeydi. Dergi formatında siteler kadar arşiv niteliğinde sitelere de ihtiyaç var kuşkusuz. Yine de biz şiir ve şair özgeçmişi arşivleyen sitelerden çok, yeni ürünler yayınlayan “dergi” formatında yayın yapan sitelerin sayısının artmasını tercih ediyoruz. Böylelikle, edebiyatta bir okul görevi gören basılı dergilerin misyonuna sahip sitelerin varolması sağlanabilir.

Ürün yayınlayan bir site olan Dergibi, yeni bir döneme girdi. Dergibi’nin bundan sonraki gelişimini/öyküsünü yaşayarak, birlikte göreceğiz.

EDİTÖRLER

Ali Ömer akbulut: aliomerak@gmail.com
Cahid Efgan Akgül: cahidefgan@gmail.com
Yunus Nadir Eraslan: yunusnadir@gmail.com

Bize Yazın

Çok Okunanlar

  • All Post
  • Adem Ağacı
  • Alıntı
  • Anlatı
  • Ara-lık
  • Beyaz haber
  • Buhara'dan Gelen Adam
  • Çay Molası
  • Çevgan
  • Çeviri şiir
  • Çocuk
  • Çöl Vaazları
  • Değini
  • Deneme
  • Dergi
  • Eleştiri
  • Genel
  • Gezi-Anı
  • Göz-lük
  • Günlük
  • Haber
  • Haiku
  • Hayatı Hakikiyye Sahneleri
  • Kitap
  • Kısa Kısa Söyleşi
  • Kusurlu Yazılar
  • Mavi Kalem
  • Mürekkep Lekesi
  • Öykü
  • Öykü Mahzeni
  • Röportaj
  • Şiir
  • Sinema
  • Söz Misali
  • Üryan Soruşturma
  • Üryan Söylenişler
  • Yazıyorum Öyleyse Varım
Edit Template

“Delilik Az Akılla Olmaz”

Söyleşen: Ali Ömer Akbulut

Baştan nasıl silinir ki? Keselim mi baştan? Ya da dön baştan sil; dön baştan! Başa kim dönebilir ki? Baştan silelim mi? Baştan silersek temiz bir sayfa çıkar mı ortaya? Temiz bir sayfaya ne yazılır ki? Baştan başlayabilir miyiz? Baştan mı başlamalıyız, başka bir baştan mı? Belki de olup biteni paranteze alıp yeniden, hep yeniden, hep yenilenerek, dönüşerek, don değiştirerek?

Somuncu Babanın, nasibi kendisine erdiğinde dervişi Hacı Bayram Sultana, “evladım kitaplarını at, bildiklerini unut” dediği, yanından uzaklaşırken, “adını dahi unut!” diye eklediği söylenir. Nitekim sonraki gelişinde, azize önce adını sorunca, “bilmiyorum efendim” der. Kurban bayramı olduğundan, “Hacı Bayram olsun” buyurur, adı başta olmak üzere, bütün varlığı yeniden kurulmaya başlar. Keza, Hz. Mevlânâ’nın kitaplarını elinden alarak birer birer suya atar Hz. Şems. O da bir bakıma sil baştan başlar. Aslında “asırları tutar bir ân edersin” diyen Hz. Neyzen, bize, silmenin, sil baştanın, baştan başlamanın ân içinde sayısız kez gerçekleşebilme imkânından söz etmektedir. Silmek için başa dönmek, sayfayı yenilemek, buyurduğunuz gibi, olup biteni paranteze almak yıkılıp yıkılıp yeniden yapılmanın en çetin olanıdır. Bendeniz, Alzheimer olmayı da bununla ilişkilendiriyor gibiyim. Bazı şeyleri o kadar çok unutmak isteriz ki, sonunda bir rahmet gibi bize gelir, her şey silinir, üryan olur, gerçek maksut meydana çıkar sanki.

Karacaoğlan’dan başlayıp Heidegger’den çıkıyorsunuz. Bu nice don giymektir?

Evet, yazarken ben de şaşırmıştım. Bendenizde anlatı, tümüyle çağrışımlarla ilerliyor. Oradan buraya, şuradan oraya nasıl gidiyorum ve geliyorum hiç anlamıyorum. Karacaoğlan’ın elifini hem bir Yörük güzeli hem de “bir olan” biçiminde anlamayı yeğlediğimi fark ettim, o kısa öyküyü öyle yazdım. Toz, müthiş bir imge. Tozmak, “Atma”nın çoğalması gibi geldi bana. Biliyorsunuz, Efendi’mize soruyorlar, “yaratılıştan önce Hak neredeydi, ne haldeydi?” Bu da aslında zâtı düşünmek gibi… “Atmadaydı” buyuruyor.  O yüzden Türkçenin ölmez ve en yalın sesi olan Karacaoğlan, köktenci bir hileye kaçar gibi, bize elifin tozmasından söz ederken antropomorfik bir çalımla bir genç kız fotografı pozlar. Halbuki Elif zaten birdir, bir olanı imleyendir. Gerçi, bilgeler, “birleyen şirke düştü, bir olanın nesini birliyorsunuz!” demişler. Ama, bu, zannımca ehadiyyet denilen Zatiyyet hali için geçerlidir. Yani zatiyyun olmuşların kârıdır. Biz, buradan, tozmuş, bir bakıma çoğalmış bir varoluşun içinden birliyoruz. Zatiyyun olanlar, zaten “anda”dırlar. Hak’tadırlar. Karacaoğlan dazzaynın melekutunu görür gibi konuşuyor. Sadeddin Kaynak üstadımız da bu sırrı görüp heyecanlanmış, o enfes besteyi yapmış.

“Konuşulamayan hakkında susmalı,” diyor, diyorsunuz. Durmadan konuşuyoruz, konuşuyorsunuz. Bir bildiğiniz mi var?

Evet, bu, hakikatin çift kutuplu doğasından kaynaklanan bir dilemma. Oluşun özündeki kozmik ilke… Görünerek gizlenmek, gizlenerek görünmek. Susarak konuşmak, konuşarak susmak. Dünyayı, bu ikisi arasında bir gürültü, bir kakafoni olarak niteler ârifler. Onun kalbine inmek gerekir. Gönle inilince de karşımıza, “dilsiz-kulaksız söz” çıkar. Hz. Yunus, “dilsizler haberini kulaksız dinleyesi / Dilsiz kulaksız sözü, can gerek anlayası” derken bunu ima ediyor gibidir. Vefa Apartmanı’nı yazarken, Vasfiye Hanım’ın Yassıada’daki kocasına yazdığı bir mektup beni çok etkilemişti, onu romana derc etmiştim. “Susarak konuşmayı ne güzel öğrendik değil mi cânım?” diyordu. Bir bilgenin, “Bizim sükûtumuzdan bir şey anlamayan, konuşmamızdan da bir şey anlayamaz” sözünü hatırlıyorum. Sessizlik, bir üst dil, bir üst gramerdir. Nasr üstad, “hikmetin dili, sembol ve sükûttur” der.

Gerçi, bilgeler, “birleyen şirke düştü, bir olanın nesini birliyorsunuz!” demişler. Ama, bu, zannımca ehadiyyet denilen Zatiyyet hali için geçerlidir.

Ne yapıp edip Neyzen’le bir muhabbete dalıyorsunuz? Nedir, nicedir bu muhabbet?

Hz. Neyzen’in avatarı olmayı o kadar çok isterdim ki… Ama nerde bende o yetenek ve cesaret! Melamet tarihinin en merd-i Hüda ünvanlısı Neyzen’dir. Onu, bugünde, şimdide, burada, daima hissedilebilen bir yakınlık ve gerçeklikte görüyorum. İnsan dik atlamalarla doruğa doğru geldiğinde ironiyle karşılaşıyor. Hz. Neyzen’in “mizah”ını ve hicvini bendeniz böyle anlamayı yeğliyorum. İlk gençlik yıllarımdan itibaren ne zaman bir soru(n) karşısında -hani Tanpınar’ın edasıyla söylersek, insanın talihi karşısındaki – acziyet yaşasam Neyzen babaya sığınmışımdır. O ise çoğu zaman, bize sorunun çözümsüzlüğünü suratımıza çarpar gibi söyler. Mâdem “efsâne-i Âdem de geçiyorsa” burada bulunmanın en güzel hâli, sırrımıza ulaşmak ve onun üzerine denizin yüzeyine uzanıp uyuşmaktır. Neyzen bunun capcanlı ve yekta bir örneğidir. Çünkü, “dest-i kaderle çevrilmektedir bu şuunun filimi…” Neyzen’in pervasızlığı filmden payına düşen rol neyse onu bir giysi gibi sırtına geçirmek hatta cildi haline getirmekten geliyor. Biliyor ki Büyük Sevgili’ye, biz, secde ederek yakınlık arayabiliriz. Ama en yakın olmanın biricik yolu, O’nun bizi Kendisine yakınlaştırmasından geçiyor. İşte bu tastamam, insanın talihi karşısındaki çaresizliğidir. Hiçbir çabanın üstesinden gelemediğini, melamet neşvesiyle dolu bir yürek herhangi bir gayreti olmaksızın yaşayabiliyor.

Mickey Rourke’ın oynadığı Siyam Balığı filminden hatırlıyorum. “Deli, her şeyi yapabilecek yetenekte olan ama yapacak değerde bir şey bulamayan kişidir,” diyordu. Bizde de bir söz var. Deliyi ve yaptığını ciddiye almayan gibi bir anlamla kullanılır olmaya başlamıştır ama delinin yaptığının tam yerine rast geldiğini söyler gibidir: “Delidir, ne yapsa yeridir.” Peki deli mi, velî mi?

Bizde hatta dünyada da, avam, akıl erdiremediğine deli der geçer. Deli ile velinin kesin bir müştereği var: İkisinin de söylemi gayr-ı meşru. Benim son altı öykü kitabımda anlata anlata bitiremediğim şeyin bir hülasası var aslında: Delilik, az akılla olmaz. Tabi dilimizin zenginliğinin bir nişanesi olarak, meczub, meclub, cinnet/cünun, deli, divâne, miskin, akıllı deli ve daha nice kategoriler var. Nörolojik bakımdan sorunlu olanları bir yana bırakalım… Bunların belki gayb erenleri faslına alınanları, bir bakıma toplum içinde manevî misyonlarını delilikle gizlemeyi yeğliyorlar.  Sidik ve ter kokan, alkolik gibi sürekli içenleri de var. Bütün bunları bir perde olarak kullanıyorlar. Ara ara gerçek kimliklerini ifşa edenleri de var ki, onlar rezil olmak dahil hiçbir şeyi önemsemiyor. Kutsî haberin beyanınca, “onlar kınayanın kınamasından korkmazlar” sırrı tecelli ediyor. Amacım, akıllının söyleyemediklerini onlara söyletmek değildi bütün bunları yazarken. Araç mesajın kendisidir, biliyorum ve böyle böyle yazmağa gayret ediyorum. Egemen sistemin nosyonlarına itiraz eden, bir tür yapısöküm yapan, sarsan, yıkan, hatta buldozer gibi ezip geçen, önüne çıkan ne varsa süpürenlerin hem bireysel psikolojilerini merak ettiğimden hem de gerçeğin en yalın halini ancak onlarla anlatabileceğimi sandığımdan yazdım. Sözü dolaştırmayayım: Her deli veli değildir ama her velinin, -söyleminin gayr-ı meşru addedilmesi dolayısıyla- biraz deli olduğu söylenebilir.

İnsan kalmak istiyorsak, kamunun, sağduyunun abes gördüğü, akılsızlık saydığı şeyle iştigal etmeli belki de. “Cennetliklerin çoğu eblehler[saf aptallar, deliler]dir,” diyor Peygamberimiz. Bundan naşi “Şiir aptalların işidir,” diye fehmeylemişti fakir de bir aralar. Abesle iştigal eden bu aptalların, delilerin nicedir ahvali?

Şiir için hem çocuk safiyeti hem de üstün bir zekâ gerekli sanırım. Buna deliliği de dahil edelim dilersen. Soru, insanın meşruiyetinin simgesiymiş. Soru sorma ehliyetinde ilk sıraya delileri koymakta yarar var. Onlar bize, kendimize fısıldamaktan dahi korktuğumuz ne varsa ortalık yerde, ulu orta, bağırarak söyleyebiliyorlar. Gramerlerinin biricikliği ise, onları şiire yakınlaştırıyor. Her deliye özgü bir lehçe var sanki. Yoksa ben mi böyle görüyorum? Onlar aynı zamanda parlak, lekesiz bir ayna gibi. Baktıkça içimizdeki en karanlık şeyleri görebildiğimiz mücella birer ayna…

Şefkat şefkat şefkat şefkat…

Sadece bu kelimeyle bütün sayfaları doldurmak geliyor içimden.

“Delidir, ne yapsa yeridir.” Yerinde davranan yalnız delilerdir o zaman. Yolda olanların, yerinde davrananların Şahı Merdan’ın mazharı divaneler. Buysa durum, deli, Mazhar Osman’lık mıdır, Mazhar Ali’lik mi?

İşin delisi olunmadan olayın içinde de olunamıyor. Bilge ne diyordu: “Bu âlem, bizim idrakimizin yansımalarıdır.” İnsan, âl-i beytin delisi olmalı ki bu algı düzeyine gelebilsin. Mazhar Osman’ın ilgilendikleri daha çok beyinsel fonksiyonlarında sorun olanlar. Diğerlerine divâne demek daha doğru.

Akıl hastanelerine gelen hastalara baş harflerinin kısaltması NAL olan üç ilaç veriliyormuş. Bundandır hasta ilk geldiğinde doktorlar “nallayın” diyorlarmış. At mı bunlar?

Eğer varlık mertebeleri zaviyesinden bakılırsa, rüya görmesi, zekâsı, sadakati ve daha nice özellikleriyle at, beşerden bir adım geride. Nallayanlar, bir zamanlar nallandıklarının farkına henüz varamamış olanlar. Hangi kitabımdaydı hatırlayamıyorum, Emirdağ’ında bir hükûmet tabibinin aklını başından alan bir meczup vardı. Doktor, sırrını keşfedince birden sırra kadem basmıştı. İrfan aşkıyla peşine düşen doktor, onu aylar sonra bir dağ köyünde ölüm döşeğindeyken bulmuş, gitmemesi için yalvarmıştı. “Eh madem biraz daha kalalım” deyip gönlünü almıştı. Burada kim hasta, kim deli, kim doktor işler karışıyor.

İçince başın dönüyor, sil baştan, başa dönüyormuşsun nazarım. Doğru mudur?

Doğrudur. Ayıkmak için içer deliler. İçince başları dönmez, başa dönerler. “Allah uçurumdur evladım” der Bilge, “onu, oradan atlamadan bulamazsın.” Bu Sil Baştan’ın en yalın hikâyesidir. O, yıkarak yapan bir nazardır.

Namaza içkiliyken mi, içi kirliyken mi yaklaşmamalı?

Şeylerin bir içi var bir de dışı. Müskirat, aklı izale ediyorsa zaten namazın semtine bile uğrayamaz kişi. İçin arınması için namaz dışında da namazda olma halini yaşamak gerekir. Kitap için de geçerli bu. Ona ancak arınmış olanlar dokunabilir yani tezkiye olunmadan kitabın içinin içini anlamak imkânsızdır. Anladığında da, “her ne işitse kulağın, mağz-ı Kuran andadır” sırrı gerçekleşir.

“Kül çekmeden küll olamazsın,” [mı] diyorsun nazarım? Çekmenin her türlüsü makbul müdür?

İlk yazdığımda kelime oyunu yapıyorum sanmıştım. Meğer oyun içinde oyun varmış. Yazdığım kısacık anlatı bana oyun oynadı. Külçeken tabirini babam sık kullanırdı, annem için. Artık ne kül kaldı ne duman. Kül olunmaksızın küll olmanın imkânsızlığını anlayacak pek az fedai kaldı.

Açığın gizlisi varsa, ikisi bir olur mu? Hem kuzum, taze bir heyecanla kuzeni çekiştirmek ne zaman gıybet oldu?

Yerin göğün sahibi ortadayken bir yerde olabilmeyi düşünenlerin çoğunlukta olduğu bir yerdeyiz. İşin içinden çıkanlardan birisi, “ben bilmez idim gizli âyan hep Sen imişsin. Tenlerde ve canlarında nihân hep sen imişsin. Senden bu cihan içre bir nişan ister idim ben. Âhir bunu bildim ki cihân hep Sen imişsin” diyor. Kuzeni çekiştirmenin taze heyecan şartına bağlanması işimizi kolaylaştırıyor.

Hz. Pir koşulsuz sevgiyle açmış gönlünü herkese. Birileriyle iyi geçinmek kötü bir şey mi? Acımasız görünenlerle bile insanca iletişmeyi becerebilmenin nesi kötü? Hem salt kötü oluşları tescil mi edilmiş? Buradan mutlak bir şekilde “iyi” bir şey çıkmaz mı artık? Bir de resmi tarihi bilen neyi bilir ki?

Resmî tarihten başlayalım. Tarihlerin tümü onu gerçekçi resmetmekten âcizdir. Çünkü o, her an yeni bir işleyişte, oluştadır. O halde belirleyip sabitlediğimizi sandığımız hele hele pozladığımızı zannettiğimiz her olgu, oluşun bu dinamizmi karşısında fevkalade çaresizdir. Bir de işin belge kısmı var ki en netameli olanı da burası. Kim, kimi/neyi/ne zaman nasıl belgeliyor tam olarak bilemiyoruz. İyinin iyiliğinin kötünün kötülüğü şartına bağlı olduğundan da tam olarak haberimiz yok.

Yunus’un üryanlığı, fenası; kendisini, hayatını, bildiklerini hasılı ne varsa hepsini paranteze alıp unutması mıdır? Dalsak “unutma bahçesi”ne bir bir unutsak her şeyi, unutsak bildiklerimizi, benliklerimizi gelir miyiz kendimize? Unuta unuta kendimizi de unutur, “kendini bilemez” hâle gelirsek ne yapacağız?

Yarab bir aşk vergil bana, kandeliğim bilmeyeyim diyor. Nevri dönmeksizin olmaz. Bahçe biziz, gül bizdedir. Unutanın da unutturulanın da unutuşun da bir olduğunu anlayınca kendini bilmezlikten kurtuluyor insan.

Sırrı faş edene faşist mi denir?

Faşist: sırrın, henüz verilmemiş olan anlamına geldiğini bilemeyendir.

“Varlık yurduna doğru yol alma” fantastik bir yolculuk gibi, bazen bilim-kurguya da dönüyor. Su çekmek için tulumba kurmak filan yok hiç. Bir de, ilginç, kalıcı değil; anlık, mevzubahis kişi aradan çıkına da bitiyor. Nasıl bir yol bu varlık yolu? Erzakımızı alıp spor pabuçlarımızı çekip çıksak olmaz mı?

Olur mu? İşin sonuna varıldığında, sonun olmadığı anlaşılıyormuş. Yurt, içimizdir. Azığımız aşktır. Son sanılan durağa gelince sema zorunlu hale gelirmiş. Musıkî ve semâ. Başka hiçbir dilin ifade edemediğini ancak bu dile getirebilirmiş.

Kara sahili selamet, siyah zifiri beyazlık olsa, vuslat eriş için bir şans var mıdır? [Bu şans kelimesi hiç iyi olmadı.]

Şansı severim ben. Belirsizliği ima ediyor. Biz netleştirmeğe, belirgin kılmağa çalıştıkça o flulaştırıyor. Biz bilmeğe gayret ettikçe bilinmezleştiriyor. Görmeğe çalıştıkça yitiriyor. Gizledikçe apaçık hale geliyor. İyi ki kıyı var.

“Aranmak” çok şenlikli bir sözcük. Çok dikkatlice değil şöyle el yordamıyla bir arama. Ya da birinin seni araması. “Ben niye arıyorum o beni arasın,” gibi. Belki de “belanı mı arıyorsun?” kabilinden bir sıçramadır. Aramak ise kupkuru bir kelime. Bulmuş da yitirmiş gibi sanki. [Bu sanki çok tehlikeli de, gibi daha netameli.] Şimdi, aranmalı mı insan, aramalı mı? Ararsa ne bulur insan; Mevlâ’yı mı, belayı mı?

Suat abi, çocukken yazdığı bir mektubunda şey diyordu, “sen gelici ol bana, ben senin arayıcın olayım. Aramaktan usanma. Ümit, gönüllerin mecrasıdır.” Fakirin ekmeği aramak.

“Hiçbir şey, bir yara kadar okunmaz değilmiş,” derlermiş, diyorsunuz ya. “Kelime yaradır,” diyor İbn Arabi. Şu hâlde kelimeler de mi okunmaz? Okunmaz kelimeler…

Bir de yâr var. Uçurum yani. Hani sabit kalemle karalayınca çıkıyordu ya yazılar, okunmaz kelimeler deyince bende hep o çağrışıyor.

Her şeyimiz dilde dönüyor gibi ama yetmiyor mu? Yoksa dil sadece tamamlayıcı bir şey mi; tam insan olarak bedeni bütünleyen her şeyle? İnsana ait her tür iz, işaret, im olarak kabul edersek kelimeyi, Kelam iner mi Yâr ile sözlenerek gönle?

İnsan kelam ve nazarla mayalanıyor. Kelam, söz değil diyor Yalçın Koç hoca. “Yunus değil bunu diyen, kendüliğidir söyleyen”in kelamı. Haktan söyler bu dilim veya aşktan söyler bu dilim… Hatta, “Niyazî’nin dilinden Yunusdurur söyleyen.” Bunu, “Niyazî’nin dilinden Haktır söyleyen” şeklinde de okuyabiliriz. Can veren kelam. Canan’ın nefhasıyle söylenen. Fakat bunu da fazla buluyor ki Hz. Pîr, bir yerinde İlahiyât-ı Şems’in, buyuruyor ki : “Sus artık!” Sus.

Meşrepler pek ciddi ve keskin olunca azıcık “hafif meşrep” olmak sükûnete kavuşturur mu?

Hem de nasıl. Sanıyorum bu biraz da, dünyanın oyun oluşunun gerektirdiği beşerîlik ahvalinden. Sürekli aynı mevsimde kalınamıyor. Zihin/gönül o dik atlamaları, sıçramaları yaşadıktan sonra eğlenmek istiyor. Eğlenmenin en güzel yanı, eğlenme ihtiyacını yedeğinde taşıyan yorucu büyük güzelliklere ulaşılmasıdır. Hasılı, Müslüm babanın dediği gibi, “her şeyin bedeli var!”

Kele ilaç şart mı? Bilmeden olmuyor mu? Saçın çok derdi var, bakımı var. Kelin ne derdi var? İlacın da çok yan etkileri var. Şifa da olabiliyor, zehir de. Kel ne yapsın şimdi?

Kele’yi görünce, bizim Dörtyol’un “yerli”lerinin söze girişirken hız alma veya demlenme ibaresi çağrıştı. O da kelliğe dahildir tahmin ediyorum. Zehrin bizatihi şifa olduğunu bilen kellere selam olsun!

Neşeyle yaşayıp mutlu olmak için gelmedik mi şu dünyaya? İnsan hep yanlış yerde mi durur böyle? İnsan olmasa daha mı yaşanılır olurdu dünya? Peki ya olmadık güzellikler, henüz keşfedilmemiş, oluşa gelmemiş harikuladelikler, akışta küçük aksaklıkların tetiklemesiyle ortaya çıkıyorsa, insanın kusurları da dâhilse güzelliğin zuhuruna? Ya insan olmadan olmuyorsa?

Hz. Musa bir gün, “Yarabbi!” diyor, “Sana daha çok nasıl yakınlaşabilirim?” Sırrına hitap geliyor: “ “Bana, bende olmayan bir şeyle yakınlaşabilirsin.” “Sana ait olmayan bir şey var mı yarabbi!” deyince, “Evet, zillet.” Buyuruluyor. Bu, bizim ontolojik olarak kusurlu oluşumuzun en yalın özeti gibi görünüyor. Bizim “güc”ümüz, çaresizlikten geliyor. Nitekim müstecap dualar, en makbul yakarışlar da ıztırar anında beliriyor. Bütün bu yorucu sürecin, yaşayana eğlenmeyi zorunlu kıldığı da söylenebilir. Zaten neşvesiz ne olabilir ki! Keyfin, neşenin, mutlu olmanın bir göresi, bir amacı, bir nedeni de yok ki.

“Uzlaşılmış yalan” ifadesi hayli uğraştırıyor son zamanlarda. Ne[ler] olduğunu herkes biliyor ama… Bu yalan uzlaşısı… Kimsenin mutlak bir fikri yok ama “bunu” kesin doğru kabul etmiş herkes, belki de iyi niyetle. Bu da uzlaşılmış bir yalan değil mi? Bir yalanın içinde tepinip duruyor muyuz?

Ne kadar güzel söyledin. Yalancıya köle olmadıktan sonra zaten muazzam bir yalan/dolanın içinde, her şeyi anladığımızı, bildiğimizi, gördüğümüzü sanarak, kendimizi avutarak, avutanlarla bu sahteliği ortaklaşarak, ittifak ettiğimiz şeyin yalan olduğunu bilerek yaşıyor olmanın ağırlığı altındayız. Uzlaşılmış yalanın, esasında kimin kime, hangi amaçla/nedenle yalan olduğuna ilişkin zımnî bir anlaşma içerdiğinde kuşku yok.

“Kan çıkmayınca huy çıkmaz.” Sahi mi? Ne zaman çıkar bu kan?

Farz olan iki rekât aşk namazı için abdest alma hakkını kazandığımızda çıkar sanıyorum.

Ağlayarak dünyaya gelen insan hayatta kalmaya nasıl devam ediyor?

Bunu anlamlandırabilmek için o türkünün dizesine müracaat etmeliyim: “Yâr senden ayrıldığım gün, güldüm ağlayı ağlayı…”

Şefkat kendilik bilincidir, annelik sanatıdır. Sevgiden, merhametten daha özgedir. Koşulsuzluktur. Dünyayı güzellik kurtaracak, şefkatle başlayacak her şey. Var mı şefkate mecalimiz, yeter mi soluğumuz dünyayı güzelleştirmeye?

Ah, göğsüme hançeri saplamakla kalmıyor, kanırtıp duruyorsun dostum. Şefkat şefkat şefkat şefkat… Sadece bu kelimeyle bütün sayfaları doldurmak geliyor içimden. Şefkat ivazsızdır, hesapsızdır, kitapsızdır. Suda batmaz, ıslanmaz, erimez. Zemheride donmaz. Her şeyi çözer. Çözeltisi de pek güzeldir. Çiseltisi, sağanağı… Hasılı bizi ancak ve ancak o iyileştirebiliyor. Bizim küçük kız Zeynep çok küçükken bir dize yazmıştı: Allah bizi sonsuzca seviyor. Sürekli. Usanmadan… Şefkat annelere özgü bilinir ama ikinci anneden doğanların buram buram tüttüğü bir rahmet bulutudur. Herkese hastır. İnhisar kabul etmez. Taşı eritir. Zehri şifaya dönüştürür. “Seni öldürmeye gelen, sende dirilsin”vari bir kısa metrajlı film gibidir. Aa uzadıkça uzar. Arası, darası yoktur. O’nun, sende, bende Kendinden Kendine sevisidir.

İnsanın akordu bozulunca vicdanın sesine mi çekmek lazım onu?

Cevabı içinin içinde olan bu güzelim soru için candan teşekkür ederim. Vicdan, fıtrat-ı zi-şuurdur derler. Allah’ın içimizdeki sahibine en sâdık ajanı. Ne zaman kükürtlü duman yaysak hemen oksijen üfler. Ne zaman gönlümüzü kirletmeye aday bir eylem için hareketlensek, önümüze Çin seddini çıkarır. Ne zaman çirkin sesler çıkarmağa başlasak, alır elimizden enstrümanı güzelce akort çeker. (Akort demişken, 1990 yılında Kars Çıldır’ın Suhara köyünde çekim için hazırlanırken, genç bir Âşık sazı eline aldı, “ne çalim?” diye sordu. Ladikarslı İslam emmi, “Akort çalma da ne çalırsan çal, diye cevabı yapıştırdı.) Vicdanı olanın dini imanı kemâl bulur. Dinimiz aşktır bizim diyor ya, dinimiz vicdandır bizim diye de okunmalı, derim.

Erk bir gün anlar mı insanlıktan, insan hâlinden? Dini kavi olanın evde bekleyeni var mıdır?

Erkin insanın halinden anlayabileceğine ilişkin umutlarımı diri tutmayı çok isterdim. Ama güç ve para, doğası gereği ahlaksızdır. Ahlaksız olan Allahsızdır. Allahsız olan, Zembilli Ali Efendi’nin dediği gibi, “zaten insanlıktan çıkmıştır, ne b.k yerse yesin!” Dini kavi olan, “eve dön!” der. Ama şair çıkar bir gün, “eve dönmek, kendine sarkıntılık etmekten başka nedir!” der, onu susturur.

Onca zulüm varken hiçbir şeyi cezasız bırakmayan kerim Mevlâ niye hiç karışmıyor işe?

Öyle görünüyor değil mi? “Yok musun ey adl-i ilahi!” demiş sonunda Küçük Hüseyin Efendi’nin gözdesi Mehmed Âkif’imiz. Burada devir meselesine girmek lazım ama orası yasak alan biliyorsun. Adaleti başka türlü anlayabilmek imkânsız. E oraya da giremeyeceksek, en iyisi susmalı.

Hayatın kişilere sundukları arasında dağ gibi farklar eritilebilir mi? Ha bir de “kendini bilmek” işler mi buralarda?

Bu da devirle ilgili çetin bir mesele… Biz yaşamı, bir kez, sadece burada ve sonlu sanıyoruz. Kazın ayağı öyle değilmiş meğer. Bu yüzden hayatın sundukları meselesini de açıklamakta zorlanıyoruz. Aslında sadece bunu değil, adaleti, zulmü, celali, cemali anlamaktan da hayli uzağa savruluyoruz. Kim zerre miskal şer ya da hayır işlerse mutlaka karşılığını görecektir, haberi sadece bu yaşamla sınırlı bir şey değil. Kime ne yaptıysa, hangi cana kastettiysek, kimin kanına nasıl girdiysek aynını mutlaka yaşıyoruz. Maddî rızık gibi manevî azık da bizim yapısöküme uğratamayacağımız bir adalet ilkesiyle dağıtılıyor. Kendini bilmek tabii ki işler. Kendini bilince nerden gelip gittiğini bilmeyenler hayvan imiş’ten kurtuluyoruz. İç duyular açılıyor, film seyreder gibi önceki hallerimizi, şimdiyi ve geleceği aynı anda seyrediyoruz. Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur durumu yani.

Dünyadan ikmale kalınca mı bulunur kemal?

Hiç şüphesiz. Dünyadan yaralı olmadıkça olmuyor bu işler. Allah, kırık gönüllerdedir.

Öyle böyle değil, çok da uyanık geçiniyoruz ama Hayyam başta olmak üzere Hakerenler “uykudasınız” diyor. Oysa yine “Canlar uyanık gerek,” diyor Hayyam. Ne olacak hâlimiz?

Ölünce uyanıyoruz. Nefsimizden giderilince. Yani sonsuz ve mutlak kudrete tümüyle teslim olunca. Yaşamdayken yani ölmeden evvel ölmedikçe uykudayız. Biz bize sunulan sonsuz şansları elimizle ittikçe sonunda Azrail cana kastediyor, mecburen uyanıyoruz. Oysa uyanmak, ölmeden önce ölerek mümkün. Bunu anlamak bir lütuf tabi.

Cahilin beyni, aşığın gönlü mü yıkanmıştır?

Evet. Hatta cahil, canını ten eder; âşık tenini cân.

“Bir elin şaklamasını dinle!” diyor ya Koan üstadı Hakuin; Fatma Anne’mizin eli okşayıverse dünyanın yüzünü, ne olur biter?

Allah’ım ne güzelleşir o zaman dünya. Fethi ağabey, ‘dünya kiriyle, pasıyla sevilmeğe değer” derken bunu imâ ediyor. Allah’ın eli, bütün ellerin üzerindedir. Fatıma annemizin elinin ayası o elin en zarif, en şifalı, en güzel yeridir. Alemlerin rahmetinin mübarek dişi kırıldığında kanı durduran, yere dökülmesini engelleyen, bir kavmin helakinin önüne geçen esenliktir. O elin yeniden insanlığın kalbine dokunması lazım.

Yalçın Koç hocamız musiki için, zamana koşut düzenleme ve duyuşun, hatta aletin fiziksel imkânlarının aşılmasından bahseder. “Musiki zıtları gideren bir birliktir,” der. Cümle varlığın birlik ve kardeşliği için. Türk musikisinin [bu sebeple] evrensel ve kategorize edilemez olduğunu söyler. “Kadim demde hatem olan kelamın gönle inişi”nin özgürleştiren ahengiyle sürüp giden böyle gönül işi evrensel bir müziğin bugün zevkedil[e]memesi nedendir?

Tanpınar, Türk müziğine, Cumhuriyet modernleşmesi sürecinin başlarındayken yapılanlar için, “bu musıkî, böylesi bir muameleyi asla hak etmiyordu!” demiştir. Yasaklanınca yani mecra kesilince değişerek devam etmedi. Sonra baktılar ki eserler unutulacak, yitip gidecek, bir “tedkik ve tasnif heyeti” kurdular ama nizamnamesine, “talim, tedris ve icra olunmamak kaydıyle” maddesini iliştirdiler. Düşünür ne diyordu? “Bir toplumu merak ediyorsanız, müziğine bakın.” Bizde müzik, kadim demde, Hz. Pîr’in feyziyle yıkanarak gelişmişti. Sadece eserlerin zabtı için özel nota sistemleri geliştirildi. Yoksa notaya bakarak icra edilmezdi. Her defasında bambaşka tatlar içerecek biçimde icra ediliyordu. Ayrıca sema ve musıkî, arz ettiğim gibi, kemâl yolculuğunda son noktaya gelenler için zorunlu bir dildi/haldi. Yatay düzeyde ise, Dede Efendi’nin tanımı geçerliydi: “Musıkî, ahlak-ı beşeri tasfiye eden bir ilm-i şerîftir.” Yoksa, Hz. Pîr, musıkînin Allah’ın lisanı olduğunu yüzlerce yıl önce beyan buyurmuştu.

Kendi ifadelerine sığınarak; gönle inen kelam’dan doğanlar olarak “münferitler bahçesi” dediği gülşende tenezzüh eden şahdizlerden, hakerenlerden biridir Yalçın Koç hocamız. Soğan dikişinden dağda kendiliğine tırmanışına, sezgisinden ezgisine biricik olanlardan. Nasıl çözülür onların dillerini, nasıl nüfuz edip katılabiliriz onların dağdaki izlerine çıkan mahsus maceralarına?

Severek. Başka yolu yok. Yalçın Koç hocanın Anadolu Mayası’nın en az iki yüzyıl önce yazılması gerekiyordu. Bunu, kendi şifahî beyanına dayanarak söylüyorum. Son iki yüz yılın en özgün bilgesi, ârifi, düşünürü, âlimidir Hoca. Bu millete ve insanlığa Allah’ın en güzel lütuflarındandır. Ona ancak severek yakınlaşabiliriz. Doğuyu, Batıyı ve iki dünya arasındaki farkları, diyalojik iletişimi, etkileşimi, zıtlıkları çok çok çok okuyarak, dönüp dönüp tekrar okuyarak, müzakere ve mütalaa ederek, yeniden okuyup düşünerek, demlenerek hasılı mayalanarak anlayabiliriz. Onu.

Öyküyü yarıda kesmek sığar mı yazarın şanına? Bu bahar ne menem bir şey ki çok çiçek istiyor?

Diyorum ya, yazmakla oyun oynadığımı sanıyorken birden yazdıklarımın bana oyunlar oynadığını fark ettim. Bir çiçekle bahar gelmiyor ama her zaman tekrar ederim: “Belki derdimize çare bir çiçek.”

Niye ağlatıyorsunuz?

Ben değil, dert ağlatıyor dostum.

Bu güzelim, hasbî, özgün, samimi soruların, çaban, dostluğun için candan teşekkür ederim. Kekemeliğimi umarım bağışlarsın.

Yazıyı Paylaş:

Sadık Yalsızuçanlar

Yazar

Dergibi editörü.

İbrahim | 24 Güzel söz; kökü yerde, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer.

Öykü Mahzeni

  • All Posts
  • Öykü Mahzeni
Boşluğa Karşı

5 Ekim 2023/

Felç olunca çekildiği Koşuyolu’ndaki evinde curcuna usulünde segâh şarkısını bestelerken Sadettin Kaynak, bir gece düşünde Karacaoğlan’ı gördü. “Üstad” dedi, ‘incecikten…

Üryan Söylenişler

  • All Posts
  • Üryan Söylenişler
İki. Ağyar Gider Yâr Kalır

3 Mayıs 2021/

“Aldı benüm gönlümi n’oldugum bilimezem Yavı kıldum ben beni isteyüp bulımazam” Yunus Emre Bahar yitikçiler çarşısıdır. Baharda öten her bülbül,…

Röportaj

  • All Posts
  • Röportaj

Kusurlu Yazılar

  • All Posts
  • Kusurlu Yazılar
Hasan Yılmaz

18 Ekim 2017/

Dün şair Hasan Yılmaz‘la beraberdim. Uzun süredir görüşme planları yapıyorduk ve bir türlü bir araya gelemiyorduk. En sonunda “artık emekli…

Edit Template