Ama insan ne kadar değişirse değişsin insanın kendini sorgulaması hiç bitmiyor. Gelişen ve değişen bir dünyada yaşıyoruz. Her alanda olduğu gibi sanat da yeni arayışlar, yeni anlayışlar peşinde ilerliyor, kendine evrensel bir dil yaratmaya çalışıyor. Kendini anlamaya çabalayan, hayatın içinde var olmaya ve bu hayatı kavramaya çalışan sanatçılar gelişen iletişim teknolojileri sayesinde tüm dünya sanatçıları ile aynı anda sanat alanındaki gelişmelerden haberdar olabiliyorlar.
Güçsüz bedeninin içindeki muazzam aklını, tutkularını, kibrini, gururunu, kıskançlığını, vahşiliğini, kıyıcılığını ve merhametini, vicdanını, şefkatini, iyiliğini sorgulayan da yine insan. Çağımızda bu sorgulama sanat yoluyla yapılabiliyor. Sanat kendini ve başkalarını anlamaya, hayatı anlamlandırmaya çalışan insanın yarattığı bir mucize. İnsan sanatla köprüler kuruyor, asırlar ve nesiller arasında, zamanlar ve kavimler arasında bağ kuruyor. Hangi ülkeden, hangi milletten, hangi ırktan olursa olsun sanatın sözü, yeni yollar açıyor.
Çağdaş sanat bir tartışma platformu aynı zamanda. Değer yargılarının, bakış açılarının, ideolojilerin, yaşam içindeki duruşların, benzerliklerin ve farklılıkların tartışıldığı nitelikli bir platform. 20. yüzyıl sanatının en belirleyici yönü kavramsal sanat oldu. Yaratılan sanat eserinin arkasındaki fikirler öne çıkmış oldu. Kavramsal sanatçı özel bir teknik veya malzemeye bağlı kalmaksızın deneysel yöntemler kullanarak çok geniş bir çağdaşlık anlayışıyla sanatın ne olduğunu yeniden tanımladı. Çağdaş sanatla birlikte sanatçı, eser ve izleyici bağlamında birçok değişim meydana geldi. Hazır nesne, performans temelli çalışmalar, video gibi yeni anlatım biçimleri yaygınlaştı; sanatçılar estetik kaygıları bir tarafa bırakarak kendilerine yeni meseleler edindiler.
Kapı komşumuzu görmeyeli yıllar geçti. Hışırtısını duyduğunuz gazeteler yerini internet baskısına bırakalı çok oldu. İnsan başka bir boyuta süzülüyor. On bin yıldır durmadan uzatmayı başardığı ömrüyle, neredeyse yok olma noktasına getirdiği bu planetle birlikte insanoğlu evriliyor, değişiyor, dönüşüyor; kendini farklı bir varoluşa hazırlıyor.
Sanat alanına taşınan önemli bir sorun da göç olgusu oldu. Göç nedeniyle metropollerde tutunmaya çalışan insanların hayatlarına dair izlenimlerini eserlerine taşıdılar. Dünyanın her yerinde ‘farklılığı’ bir ‘korku’ unsuru olarak gören insanların bir kabuk içinde yaşaması, farklı biriyle karşılaştığında kaçması ya da daha ötesi hakkını gasp etme, baskı kurma, yok etme arzusunda olması toplumda nasıl çatlaklar oluşturuyor ve nasıl bir dipsiz kuyuya doğru çekiliyoruz gibi tüm bu sorunsallar yeniden tartışmaya açılıyor.
İnsanlık tarihinin tüm dönemlerinde yaşanan bir olgu olarak göç teması günümüzde de varlığını sürdürüyor. Ekonomik, siyasal ve kültürel nedenlerle toplumsal yapının birçok dinamiği üzerine kendini hissettiriyor. Bireylerin kendilerine daha iyi yaşam imkanları sağlamak amacıyla ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye yer değiştirme nedenleri karmaşık bir süreci de beraberinde getiriyor. Türkiye’de l950’li yıllardan itibaren köyden kente doğru ilerleyen bu akış, 1980’lerde küçük şehirlerden daha gelişmiş kentlere yöneldi. Sırtlarında götürebilecekleri kadar eşyalarıyla göç eden bu insanlar sadece beden olarak göç etmezler. Gelenekleri, kültürleri, yörelerini yöre yapan anlamları da gider onların ardı sıra. Daha küçücük bebeler ana babalarının umutlarıyla yola çıktıkları bu göç yolundadırlar. Zor bir yoldur göç. Göç güç koşullarda yol almaktır: Toprağını, değerlerini, komşunu, bacını, Hatice’yi, Ayşe’yi, Ali’yi, hayvanını en sevdiklerini ardında bırakmak kolay değildir elbet.
Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da terör olaylarının etkisiyle zorunlu göçler oldu. Son dönemlerde Suriye’de yaşanan savaş ve çatışmalar ülkenin yoğun göç almasına kaynaklık etti. 1950 ve 1970’li yıllar arasındaki göç veren ülke pozisyonu değişen Türkiye, mülteci nüfusunu barındıran konuma geldi. Bu durum toplumsal yapıyı derinden etkiledi. Birçok sanat disiplini göç olgusu üzerinden eserler vermeye devam ediyor. Göç konusu üzerinden video enstalasyon çalışmaları ile beni etkileyen iki sanatçıdan söz etmek istiyorum.
1971 Mardin doğumlu Erkan Özgen’in “Harikalar Diyarı” videosu Avrupa’da devam eden göçmen krizine odaklanıyor. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı terk etmek zorunda kalan milyonlarca insanın göç yollarında hem de güvenli olmayan varış noktalarında tehlikeli koşullarda göç etmeye zorlanmış olmaları insanlığın yirmi birinci yüzyılda karşı karşıya kaldığı acil sorunların başında yer alıyor. Bu göçmenlerin, medya, belgeseller ve sanat ortamında anlatılan hikâyeleri – taraflı oluşları ve doğruluk dereceleri değişmekle birlikte- bu tür deneyimleri aktarmanın ve bunlarla ilişki kurmanın zorluklarını gözler önüne seriyor.

Erkan Özgen bu videosunda izleyiciyi travmanın anlatılamaz oluşu üzerine düşündürüyor. Bu kısa video, Kuzey Suriye’de, Türkiye’nin güney sınırına komşu olan ve Ocak 2015’de IŞID tarafından kuşatılan Kobani kentinden kaçan Muhammed adlı on üç yaşındaki bir erkek çocuğa odaklanıyor. İşitme ve konuşma engelli olan Muhammed, yaşadığı travmatik deneyimleri ifade etmek için sadece sözcükleri değil, bedenini kullanabiliyor. Ama bunu yoğun bir enerjiyle, herhangi bir acı belirtisi göstermeksizin yapıyor. Onun hikâyesini dinlerken yaşanmış olması gerçekliğinden şüphe duymamız pek mümkün değil. Ama bir yandan da onun tüm bu hikâyeleri bildiğimiz yollardan anlatamıyor oluşu başkalarının deneyimlerinin nasılda bir belirsizlik, yansıtma, yanlış anlama ve korku alanı haline gelebileceğini gösteriyor. Bu açıdan video, savaş ve çatışmayı, travma ve acıyı bu yaşantılara yabancı olanlara anlatamamanın imkansızlığını gözler önüne seriyor.
1982 Ankara doğumlu Volkan Aslan’ın “Evim Evim Güzel Evim” başlıklı video enstalasyonu, yerinden edilme gerçeklikleri üzerine bir çalışma. Zaman ve perspektif ayrılıklarının, su ve yolculuk görüntülerinin kullanıldığı yapıt, göçmenler veya evini yitirmiş olanlar gibi uzun yolculuklara çıkmak zorunda bırakılan bireylere adanmış. Aynı zamanda, her birimiz farklı biçimde deneyimliyor olsak da aslında hepimizin aynı seyyar ve kırılgan insansı koşul içinde bulunduğumuzu anlatan şiirsel bir video.

İstanbul Boğazı’nda yer alan bu iç kanal video yerleştirmesi, kendine başlangıç noktası olarak insanın seyyarlığının trajik bir imgesini alıyor. Büyük kentlerin yoksul bölgelerine sıkça rastlanan türden, sular üzerinde geçici barınaklar oluşturmak için kullanılan tekne-ev karışımı bir yapı. Teknenin önüne oturmuş bir kadın, gözünü sudan hiç ayırmadan, önünde akıp giden manzarayı izlemektedir. Ev içi ve gündelik görüntülere, manzaraların, kıyıların ve kentlerin görüntüleri karışır. İzledikçe acı tatlı bir ironiyle anlarız ki filmde başta ayrıymış gibi görünen üç yer aslında birbiriyle bağlantılı gerçekliklerin farklı bakış açılarından temsilidir. Film, çöküşün çeşitli biçimlerini sunuyor: Evin sunduğu güvenliğin çöküşü, evin mimarisinin çöküşü. Temelde üç ekranda eş zamanlı bir hikâye akıyor. İzlediğimiz iki hikâye ve bir manzara bir noktada birleşiyor ve asıl hikâyeyi başlatıyor: bizim hiçbir zaman sonunu ve başını bilemeyeceğimiz hikâyeyi. Buradaki ekranlar için pencereler demek yanlış olmaz. Birbirine mesafeli, birbirinden bağımsız hikâyeler ilerlerken bakışımızı bir an genişletiyor ve ‘büyük resmi’ görüyoruz: görmeyi tercih etmeyeceğim bir resim. Videonun üç kanalda gösterilmesinin bir sebebi de izleyicinin istediği hayatı izleyebiliyor olması. Bu anlamda seyirciyi bir devamlılığa mecbur bırakmıyor.Son senelerde Paris, Londra, Berlin, Brüksel, New York, Orlando, Barselona gibi şehirlerde yaşanan terör olaylarına paralel olarak Türkiye’de toplumu derinden sarsan saldırılar, hepimizi etkiledi. Kısaca dünyada sınırların keskinleştiği, milliyetçi ve hatta ırkçı dalgaların yükseldiği, şiddet içeren her türlü tehdidi her alanda tüm dünya ile beraber bizler de hissediyoruz. Güvenilir zeminler ayağımızın altından kaydıkça, birbirimize ve sanata tutunmaya daha çok ihtiyacımız var.













