Bennett, bin dokuz yüz altmış iki mayısının onbirinci günü, Beyoğlu Krocker Otel’de, Bilgeliğin Ustaları’nın giriş bölümünü birlikte yazdıkları Hasan Lütfi beye, Hallac’ın “ben, Hakkım”ına ilişkin sordu.
Hasan Lütfî Bey, “bu, tahkikin en alt mertebesidir ve tasavvuf değildir” dedi.
“Bunu nasıl gerekçelendiriyorsunuz?”
“Bireysel olandan kurtulmak gerekir ki, soyutlama mümkün olsun.”
“Biraz açabilir misiniz?”
Hasan Lütfî Bey, nadiren yaptığı gibi kayıtsızca gülümsedi:
“Allah’ı sevmeyi, ilahî ve hakikî aşk sanırlar, bu zan çok yanlıştır. Farkında değiller ki milyonlarca defa denenmiş, kendi varlıklarını seviyorlar. Bu yüzden Allah ile kul arasındaki aşka, mecazî aşk derler, Hallac-ı Mansur gibi… Halbuki hakikî aşk tamamen başkadır, onun dumanı tütmez, şiddetli olmadığı için küçük aşkların dumanı tüter, güneş, on binlerce ısı derecesindedir, dumanını görmeyiz, beyaz ateş haline gelen demirin dumanı görülmez. Bir-iki çalı çırpı yakarız, dumanı dünyayı kaplar.”
“Hallac’a haksızlık etmiyor musunuz?”
“Bakın Bay Bennett, Mevlana’nın ilk zamanlarında, Hacı Bektaş, ‘buldu ise, ne bu gürültü!’ diyor.”
“Ooo! Bu daha fena! Peki, ‘ben Hakkım’ şehitleri için de bir beyânı var mı Hazretin?”
“Mevlânâ’nın var mesela. ‘Onlar, engine açılmadan ifşa ettiler’ diyor.”
“Bir de Şems’le ilgili sözünü hatırlıyorum.”
“Eveet, o da aynı düzeyden söylenmiştir.”
“Ne diyordu tam olarak?”
“Bana Şems’ten bahset diyorsun. Nasıl olur, o bahsi açarsan, ne sen kalırsın ne ben ne Şems ne dil ne halk kalır ne de Hak, diyor ki, işte teklik düzeyi budur. Tam anlayacağınız zaman, dini, peygamberi ve Allah’ı kaybeder gibi olursunuz. Masallardaki bir varmış bir yokmuş gibi…”
“Yani?”
“Mutlak gayb, gaybların gaybı, pervasızlara göre Âdem… Kavuşanların mertebesi budur, diyor. Dikkatli bakarsanız, varlığın aslı da Adem’dir. En temkinli kuru sofu, hatta hocalar bile, bu âlem, Adem’in sırrından çıkmıştır. Dinler, med ve cezir yapmak için dünyaya geliyor. Allah’ın büyük sanatı, fenaya erişinceye kadar gözümüzden kaçıyor…”
Bennett’in dimağı kamaştı,
“Peki ne öneriyorsunuz?”
“Kâinat, Allah’ın kendini bilmesinden, şu hâlde Kendini sevmesinden ibarettir. Bu yüzden kimde şefkat, sevgi varsa, o Allah’ın yolundadır ve O’ndan yardım görür, vesselam.”
“Mansur, hapiste yüzlerce defa, yüzlerce rekât namaz kılarmış. Neden böyle yapıyor?”
“Kendisine sorulmuş bu.”
“Ne diyor?”
“Kıymetimizi biz biliriz, demiş.”
“Bir defasında, Allah’a kavuşmakla doymamalısın, demiştiniz, bu yüzden mi?” “Evet azizim, hâsılı, ‘ben, Hakkımla yetinmemelisin. Gayb, gayb, gayb… Burası, misâl âlemidir. Âlem, gerçekte bizim tasavvurlarımızdan ibarettir.”













