Yazı böyledir işte; oturur havadan sudan, harften rakamdan bir güzel yazarsınız; sonra o güzel yazılar okunur, yüzünü görmediğiniz, sokakta kahvede görseniz tanımayacağınız insanlar okuyucunuz olur; siz onların yazarı/yazarlarından biri olursunuz; kitaplarınız çıkar, o kitaplar sevgili okuyucularınız tarafından alınır, yerine göre bir kitabınız bir/birkaç okuyucunun başucu kitabı olur; aradan yıllar geçer, o okuyucuyla karşılaşırsınız… Yahut, adamın yazar olduğuna bakmayın, o da nihayetinde bir okuyucudur, hadi, okuyucu-yazardır diyelim, aynı durum sizin için de geçerli; bir yerde yazılarından aşina olduğunuz, akrabalarınızdan öte yakınlık duyduğunuz o yazarla karşılaşırsınız; sonra bu karşılaşmalar dostluğa dönüşür; bağlanırsınız; bu yazı dediğimiz şey sizi elin yedi kat yabancısıyla kardeş yapar; dost yapar, arkadaş yapar. Öyle bir bağ oluşur ki yazarla okuyucu arasında, yine virgül atalım, daha çok okuyucu-yazarla yazar-okuyucu arasında, yedi düvel koparmaya kalksa bu bağı koparamaz. Bu yazı o yazılardan biri olmasa da nihayetinde bir yazıdır. Bir mübarek rakam, bir sihirli sayı üzerine yazılmıştır; yedi canlıdır; Türk edebiyatı durdukça yaşamasını bilir. Kuşaklık yahut dönemlik rüzgarlarla savrulmaz yazıya yabana; imzamız vardır altında. Niye yazılmıştır; hangi saikle yazılmıştır; orasını yalnızca bir Allah bir de yazar bilir; niyetli değildir anlatmaya da…

Yediye andolsun.

Haftanın yedi gününden hangisini silmeye kalksam, takvim ya taş kesiliyor yahut kanatları büyülü bir kuş gibi uçup gidiyor avuçlarımdan. Böyle olduğu için her seferinde intiharın kıyısından dönüyor içimdeki çocuklar. Böyle olduğu için kızlar güzel, çiçekler rengarenk olmalı…

Yedi vagonlu bir trenin, son vagonunun son penceresinde, dünyayı gözyaşlarından seyreden bir genç kızın geride bıraktıkları sayıyla ölçülmeyecek şeylerdir; yediye de yetmişe de sığmaz; trene de…

Yedi kat yerlerin sancısı aşktandır; yedi kat göklerin coşkusu aşktan. Yedi kat gökle yedi kat yer arasında Tanrı ne yaratmışsa cümlesini aşktan yaratmış; aşk ile, aşk için yaratmış. Yanmayı ve arınmayı dünyada öğrenmesi için insanoğluna aşkın her halini bağışlamış; her dilini öğretmiş. Dilimiz, Tanrım, ne yangınlar taşıyor sözcüklerin perdeleri arkasında…Gözümüz perdeleniyor yedi kat; perdeler arasından bakıyoruz hayata; perde kalkınca düşüyoruz aşka… Bilseniz ne yedi beladır hayat da, aşk da…

“Mehlika Sultan’a âşık yedi genç/Gece şehrin kapısından çıktı; /Mehlika Sultan’a âşık yedi genç/Kara sevdâlı birer âşıktı.” diyor ya Yahya Kemal; bilmiyor o yedi gençten birinin ben olduğumu. Yedinin birincisi miyim, yoksa yedincisi miyim, onu ben de bilmiyorum. Dünya Mehlika Sultan oluyor, Mehlika Sultan dünya…

Yedinin kurbanıyım; kaç gündür rüyalarımda yedi köşeli zar atıyorum; hepsinde iki-bir geliyor; yeniliyorum. Bu ömür tavlasında/tarlasında yetiştirdiğim atların alevden soluğu ölümsüzlüğün kıyılarında buza kesiyor. Buza kesiliyorum; buz kesiyorum; buz yediriyorlar her nefes alışımda alev alev tutuşan ruhuma…

Çocukken, yedili bir rüya gördüm. Rüyamı Yusuf’tan önce kendim yorumladım. Yedi yıl gülümsemeyi, ellerlimdeki ürpermeyi, dudaklarımın duasını… az söylemek gerekirse yüreğimdeki başakları harman yüzü/gün yüzü göstermeden sakladım. Yedi yıl, siz deyin yedi yüz yıl sürdü bu bolluk; bu bereket. Yeryüzünün yüzü olgun elmalar gibi gülümsedi. Sonra yedi yıl, siz deyin yedi yüzyıl sürecek bir kıtlığın ilk günleri başladı. Şimdi biriktirdiğim, gönlümün ambarlarında özenle sakladığım o başakları harmana taşıyorum. Dövenim, koşulu atlarım, yabam, dirgenim, kalburum, ayıklamayı bilen rüzgar… tepeden tırnağa aşk! Tanrı’nın ruhuma bağışladığı ülkelerde yoksul yurt, yoksul oba bırakmadım. Yoksul kaldımsa bundandır; gönlümün zenginliği de bundan.

Şairim, yedi kubbeli hamamlar kuruyorum sözcüklerden, kurnaları nergisten, her kubbesine yediveren çiçekler nakşediyorum. Peri kızlarının, dünyanın her çiçeğinden koku taşıyan terinden pencereler açıyorum. Söz kirden arınıyor şairin taşlarına el sürdüğü hamamlarda.

Yine bir gün, gülden bir kase gördü çocuk rüyasında. Bu Yusuf’un yorumladığı rüyalardan farklıydı. O gülden kasenin üzerinde kırk haramiler kırk çiçeğe dönüyordu; yedi cüceler yedi ulu çınara. Sonra yedi başlı bir dev uzaklardan belirince, çocuk kasedeki tılsımlı sudan bir yudum içiyor bakışını değiştiriyordu. Çocuk bakışının değiştiğini anlamadan uyanıyordu uykusunda; rüyada yanıldığını sanıyordu ya da…

Her insan böyledir işte; yediden yetmişe kadar kişioğlu hep rüya görür, bakışı değişir, uyandığını sanır, değişen bakışına yeni kılıflar uydurur. Değişmez bir yanımız var; dalgınlık! Bir türlü uyanmıyoruz, yedi iklim dört bucaktan ölüm her rengiyle ülkemize/üzerimize saldırsa da…

Benim okuyucum bir tanedir diyor şair; o da sensin ey okuyucu… Sen de uyutulanlar içindesin; yedilerden birisin. Başka bir dünya çıkacak karşına birazdan; yazıdan uyandığında… Yedi koldan sarılacaksın; kuşatma var dışarda. Yedi koldan saracak seni günlük kaygılar şiirin ve o sonsuz tadın uzağında…