İsmail Zeki Erdoğan’ın kitapları bilim-felsefe-teoloji üçgeni üzerine kurulmuştur. Bu üçlü yaklaşımı bir bütünsellik içinde ele almaktadır. Seçtiği konular genellikle kadim dönemden günümüze yansıyan ve insanın en çok merak ettikleri arasında yer almaktadır. Kitaplarına konu ettiği kadim bilgelik gizemlerini çeşitli açılardan yansıtmaktadır. Söyleşimizde bu konulara nasıl ve neden ilgi duyduğu üzerine yoğunlaşacağız.
Sayın İsmail Zeki Erdoğan, öncelikle bize yazarlık serüveninizin nasıl başladığını anlatır mısınız?
Öncelikle, sizin gibi değerli bir yazar arkadaşımla söyleşi yapmak beni ziyadesiyle mutlu etti, teşekkür ederim. Yazarlık serüvenim belli bir tarihte, belli bir duygu ya da düşünceyle başlamadı. Bu serüven benim için bir yaşam yolu diyebilirim. Yolculuğum kitaplar, okuma ve yazma üzerine kurulu diyebilirim. Önceleri şiir ve öyküler yazıp yayımlanması için yayınevlerine, dergilere gönderdim, sağ olsunlar her zaman ilgi gösterdiler. Romanlar ise kaynağından sonradan çıkıp gelen sözcükler ve tümceler… Bilinç dışı diye söylediğimiz kavram bence kolektif bilinç aslında. Bazen kapılarını açıyor ve sezgilerine, soyut âlemlere inananlar için muhteşem hazinelerini gösteriyor. Bu da bir yazarın odasından açılan pencereden bakınca görülen hazineler… İşte benim yazarlık serüvenim de o hazineleri görünce başladı.
Kitaplarınızda bireysellik yerine tüm insanlığı ilgilendiren konuları seçiyorsunuz. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
İnsanoğlu olarak evrenin sınırsızlığında, sonsuzluğunda türlerden sadece biriyiz… Bu önemli çünkü evrendeki canlılık çok çeşitli olduğunu öğreniyoruz. Biz insanoğlu türü olarak aslında ilk yaratılıştan beri ya da evrimin ilk insan prototipinden beri ortak duygular, ortak inançlar, ortak arketipler ve ortak sezgilerle donatılmışız. Bunu İnsana dair ortak sembollere bakıp rahatlıkla anlayabiliriz. Birey değiliz aslında, tüm bireyselci yaklaşımlara rağmen. Biz ortak ataların ortak duyguları ve ortak arketipleri olan büyük bir türüz. Acılar, kederler, mutluluklar, haz ve coşkular, değerler herkeste aynı kaynaktan çıkıyor ve benzer sembol ve simgelerle ifade ediliyor. O zaman konularımız da ortak… Her şey daha mükemmel insan olmaya yönelik. Bu da insan olmanın önündeki engellere dair bir sorun diyebilirim. Benim romanlarım Afrika’daki bir kabile adamının acısıyla Newyork’un bir gözde caddesinde yürüyen bir kadının acısıyla ortak olduğunu göstermek… Tıpkı haz ve coşkularının da ortak olduğu gibi… Kadim zamanlarda bu daha bilinen ve yaşanılan bir gerçeklikti…
Bu söylediğinizden şunu anlıyorum. Kendinize kadim bilgiyi topluma anlatabilmek adına bir misyon üstlenmişsiniz. Doğru mudur?
Bu soruya kocaman bir evetle cevap veriyorum, evet, evet… Kadim bilgiler pek öyle sır, gizem ya da bilinmezlik örtüleriyle çevrili değil. Hemen yanı başımızdaki kitaplığımızda kadim bilgiye dair pek çok bilgi duruyor. Hepimizin kütüphanesinde, çantasında bu kitaplar… Günlük gazetelerde, dergilerde, blog ve akademik yayınlarda. Kadim bilgi demek üç beş bin yıl önce yazılıp sonra imha edilen kitaplar değil, değiştirilmiş ama özü hala bugün yazılan her kitapta muhafaza edilmiş bilgiler, azıcık bir uyanış ve sezgiyle bunu görebiliriz… Bu tümceden yola çıkarak da; ben, insanoğluna ait derin bilgileri bugünkü roman karakterlerimin ağzından açığa çıkarmayı misyon olarak benimsedim diyebilirim…
Asmodeus adlı kitabınızda insanlık tarihi hem bilim hem de maneviyat açısından ele alınmış. Böyle bir bütünsellik oluşturma düşüncesini bizimle paylaşır mısınız?
Benim ilk yazdığım kitap Asmodeus… Şeytanın dilinden anlatılan bir dinler tarihi… Hemen burada bir önyargı oluşmasın; Selman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri gibi, kutsal alana bir saldırı manifestosu falan değil. Bilakis tam anlamıyla kutsal alana saygı göstermenin gerekliliğini anlattığım ve hatta şeytanı çileden çıkaran bir kitap. Dinler tarihini biz hep peygamberlerin hayatından ve Kutsal Kitaplardaki hikâyelerden öğreniyoruz. Şeytan figürü ise hep onların karşısında insanoğlunu doğru yoldan çıkaran bir ayartıcı. Peki, o ne yapıyor, kim bu şeytan? Mitolojik bir kurgu mu, parapsikolojik bir fenomen mi, zihinsel bir yanılsama mı, bir gerçeklik mi? Onun hikayesi ve dinler tarihi… Bunları kurgularken elbette pozitif bilimin ana akım zorlayıcı akademik baskılarının ötesinde dünyanın ve evrenin bilgilerini de bilmek gerekiyor. Bu bilgileri harmanladığım ilginç bir kitap…
Ay tanrıçası adlı kitabınızda da daha çok mitolojik bir olayı edebi bir dille anlatıyorsunuz. Bunu yaparken de, okurlarınıza bir yol haritası gösteriyorsunuz. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Ay Tanrıçası… O kitabın ilk adı, Dokumacı Kız’dı… Japon mitolojisindeki Dokumacı Kız gibi… Benim Dokumacı Kızım ise İzmir’de, nam-ı diğer Smryna’da yaşadı… Lila…
Yeni doğan bebeğini ondan çalan bir kadın Lila’ya çocuğunu geri alabilmesi için gündüzleri dokumacılık geceleri ise fahişelik yaptırmakta… Acılar içinde bebeğini geri almak uğruna bu işleri yapan Lila çocuğunu asla geri alamayacağını anladığı anda kendisini kullanan herkese savaş açar… Lila’nın karşısında pagan rahiplerden kendilerine kutsallık atfettiren krallar ve hanedanlara kadar pek çok iktidar sahibi durmaktadır. Lila, Sümerlerin İnanna’sı ile bir anlamda aynı. Aşk kadınından savaşçı kadına dönüşür.
Lila’nın aşk ve savaşın tanrıçası İnanna’ya dönüşmesini güncellediğimi düşünüyorum. 2000 yıl öncesinde Smryna’da yaşanan Lila’nın hikâyesini ilginç bir sürprizle bitirip bir tür reenkarnasyonla 2000 yıl sonrasına taşıdım. Lila, Derin isimli bir kadına döndü. Ortadoğulu bir tarikat müridi kocasından ayrılan Derin’in çocuğunu alabilmek adına verdiği mücadeleyi yazdım. Tema “Kadının yaşadığı problem binlerce yıldır değişmedi” şeklinde özetlenebilir. Bu romanımı şiddet gören, mağdur olan ve hak ettikleri yaşamdan bir şekilde alıkoyulan tüm kadınlara hediye ettim.
Bir başka kitabınızın adı “E-40 Tanrı’yı Kıyametten Vazgeçirmek”. Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan terör olaylarını konu ediyorsunuz. Sonrasında ansızın ortaya çıkan bir yapay zekâ ile bu olayları ilişkilendiriyorsunuz. Bu kitabınız hakkında konuşabilir miyiz?
Tanrı’yı, Kıyametten Vazgeçirmek E 4.0… Bu kitabın devamı da var, E 5.0. Seri roman gibiler. Bu iki kitapta aksiyon ve bilimkurgu türünde. Yapay zekâ romanların ana ekseni. Olaylar bunun etrafında geçiyor. Güncel bir sosyal hadiseyi iki yıl önceden tahmin etmiş gibi yazmışım. Rusya-Ukrayna ve İsrail-Filistin Savaşları bunun örneği aslında. Ben bu iki romanımda savaşların arka tarafındaki Puduhepa isimli bir yapay zekâ programını anlattım. Romanın ana karakteri olan ajan Fatih’in bir serüveni olarak diyebilirim. Arkeolojik ve mitolojik imajları da ihmal etmedim. Kehanet romanları gibi oldu. Vatikan’dan Çin’e uzanan ilişkiler ve dünyayı dizayn eden gölgelerin hikâyesi. Şayet, Puduhepa gerçekten Türklerin elinde olsaydı dünya nasıl olurdu?
Sayın İsmail Zeki Erdoğan yeni bir çalışmanız var mı?
Sevinçle söyleyebilirim ki bitmiş kitaplarım var. Bunlar üç roman ama şimdilik yayımlanmak için demleniyorlar. Ayrıca, bir dizi film senaryosu çalışmamız var, ekibimizle birlikte buna yoğunlaşmış vaziyetteyiz. Diğer taraftan iki romanımızın da senaryo çalışmaları yürüyor, onların da görüşmeleri, yazım süreçleri devam etmekte. Oldukça yoğun ve zevkli bir tempo. Ekibimiz de sağlam, donanımlı ve işlerinde oldukça iyi olan kişiler. Her biri romanların oluşmasında önemli katkılara sahip. Özellikle eşim Gülcan Hanım. Bu ekibin merkezinde, hepimizi yönlendirip çalışmaları organize ediyor.
Evren Ötesi isimli youtube kanalında arkeolog Oğulcan Efe Özertanlar’la birlikte çalışıyoruz, moderatörümüz ve program Sunucumuz Deniz Altuntaş, Ekibimizin enerji terapi uzmanı, bilinçaltı temizleme eğitmen eğitimi hocası, yaşam koçu Dilek Özgülergil, basın ve halkla ilişkiler kısmında A.Cem Çelikten ve romanlarımızın ve senaryolarımızın tüm kontrolü İzmir’li edebiyatçı ve editör Nilay Gökdeniz’de. Metin çalışmaları, seminer ve kurs planlamalarımızı hep birlikte bir ekip olarak yapmaktayız.
Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.