Ankara’dan oğlum geldi.
Hoş geldi. Özlemiştim.
Birlikte denize girelim dedik, dün öyle yaptık.
Bugün yine kıyıdayız.
Kızgın kumda uzanmışım.
Sıcak kumlar, serin deniz.
(Başka bir yaklaşımla; kızgın kumlarda kavrulmak, soğuk denizde titremek!)
Çevreyle ilgilenmiyorum.
Entelektüel takılıyorum. Kitap yaprakları çeviriyorum.
Çevrede ilgi çekici bir şeyler yok mu diyeceksiniz.
Olmaz mı?
David var.
Kıvırcık tenli, çikolata renkli. Hem sevimli hem yakışıklı. Üç yaşında. Türkiye’de yaşıyor. Diğer çocuklar gibi sudan çıkmıyor. Türk anneden, Nijeryalı babadan. Annesi enseden ayağa dövmeli. Babasını görmedim.
David arasını bitirip, kaldığım sayfaya dönüyorum.
Okuduğum bir aşk romanı değil, popülerleştirilmiş bir kitap da değil.
Ankara için yazılan denemelerden oluşan yapıtı Ankara’da edinmiştim.
Şehir Mektupları. Ahmet Rasim’in değil, Mehmet Aycı’nın.
Denize bugün kitapla geldiğim oğlum yüzünden!
Dün denize kitapla geldi, kumsalda güneşlenirken okudu.
Oğlumun bu davranışı bana örnek oldu.
Ayrıca ben de buraya gelirken deniz kıyısında okumak üzere birkaç kitap getirmiştim.
İlk ve ille okuyacağım yapıt Mehmet Aycı’nın yazdığıydı.
Okumayı buraya bırakmamın sebebi, Ankara hakkında yazdıklarını Ankara’dayken okumak istememiştim. Bakalım dışarıda okuyunca nasıl olacaktı? Kuşkusuz ilginç olacaktı.
İşte bugün elimde.