Sıcak iyiden iyiye bastırmıştı. Kavurucu sıcağıyla Çukurova toprağını çatlatan güneş sanki inadına vuruyordu ateşini kara toprağa. Sıcaktan kuruyan buğday tarlasının üstünden göğe sanki toprağın dibindeki sular bile buharlaşarak yükseliyordu. Sıcaktan değil insan, kuşlar bile terk etmişti bölgeyi. Sadece bir karga tarlanın yakınındaki incir ağacının dalına tünemiş çirkin sesler çıkarıyordu. Karganın cırtlak sesine tarlanın içinden bir çığlık karıştı.
– Aaaaggğğğhhh…
Bu çığlığın ardından ürken karga bir çırpıda uzaklaşıverdi tünediği daldan. Çığlık baldırına kama saplanmış beygirden çıkıyordu sanki. Çığlık dalga dalga
yayıldı gökyüzüne.
– Aaaggğğğhhh…
Çığlığın geldiği yer dönümlerce büyüklükteki tarlanın ortalarında biryerdeydi. Zöhre kadın vücuduna batan firezlere aldırmadan boylu boyunca yere uzanmıştı. Ellerini iki taraftan böğrüne götürüyor ve ıkınıyordu. Ağzından çıkan sanki insan sesi değil, yabani bir hayvanın vurulduktan sonra çıkardığı böğürtüyü andırıyordu. İki eliyle beline bastıran kadın sanki hayattaki son nefesini alacakmış gibi ciğerlerini doldurdu yeniden. Sıcak dayanılacak gibi değildi.
İnsan kısa sürede vücudundaki suyun tümünü dışarıya ter olarak bırakıveriyordu. Zöhre kadının aldığı soluk, dışarıya uzun bir nefes olarak boşaldı. Gözlerini yuman kadının yüzü boncuk boncuk ter olmuştu. Kasıklarını kasarak gözünü az biraz araladı. Sıcağı hücum ettiği kara gözlerini yumuverdi geri. Aman Allahım bu ne dayanılmaz acıydı. Sanki dört bir yanına bıçak saplıyorlar ve canı kafesinden çıkmak üzereydi. Sağ elini var gücüyle beline götürüp şalvarının uçkurunu kavradı. Kalçasından aşağıya sıyırdı bir çırpıda. Bacakları artık tutmaz olmuştu. Bacaklarını iki yana iyiden iyeye ayırdı ve artık öleceğini sandı. Bıraktı kendisini ve bir ara soluk alamadı. Bu arada bacakları arasında bir yumruk büyüklüğünde az biraz kıllı küçük bir bebek başı çıkıverdi ortaya. Küçük suratın heryanı kanlıydı. Zöhre kadın bir insan değil, vücudu bir yana sığmayan devdi sanki. Dayanılmaz sıcağın erittiği bedeninde kalan son canı en son demine kadar kullanmak arzusundaydı.
Hareketleri önceden planlanmış gibi ağır ağırdı. Kadının yüzünde artık bir hiç ifade sezilmiyordu. Biraz önce şalvarını aşağıya sıyırdığı eliyle sadece başı çıkan bebeği avuçladı. Ikna ıkına bebeğin omuzlarına kadar daha dışarıya çıkmasını ağladı. Sonra, çalışmaktan nasır tutup çatlamış eliyle küçük omuzları elinde
sıkıştırıp vücudun tamamını dışarıya çekti. Artık dokuz ay karnında taşıdığı bebeğiyle arasında karın bağından başka bir şey kalmamıştı. Bebekten ses çıkmıyordu. Küçük kalbinin atıp atmadığını anlamak mümkün değildi.
Zöhre kadın sol elini toprağa batırdı. Sanki toprağın çok altından bulunan birşeyler arıyor gibiydi.
Elini yavaş yavaş gömdüğü kuru topraktan çekti. Avucu toprak doluydu. Toprağı bırakıp başının yanında duran keskin taşı yine öylesine istem dışı hareketlerle kavradı. Sol elindeki taşla, sağ avucunun içinde duran bebeğe yaklaştırdı. Başını nefessiz kaldırıp hem taşı, hem de bebeğine baktı. Yüzünde boncuk boncuk biriken terler artık sular gibi akmaya başlamıştı. Gözüne gelen güneşten dolayı kırparak gözlerinin önüne biriken suları uzaklaştırdı.
Taşı tuttuğu elini havaya kaldırıp var gücüyle bebeğin bulunduğu eline indirdi.
Biraz önce kadının çığlığından ürküp kaçan karga yine ağaca döndü. Uğursuz hayvan sanki kötü bir hadisenin habercisiydi. Zöhre kadın belli belirsiz eline aldığı taşla bebeğinin göbek bağını kesmişti. Ama ana karnından çıkalı birkaç saniye olan bebekten hala ses gelmiyordu. Kavurucu sıcak artık umurunda bile değildi kadının. Belini iyice doğrultmuş artık firezlerin arasında oturabilmişti. Göğsüne yaklaştırdığı bebeğe iyice baktı, gözleri kapalıydı henüz. Sol elinin iki kalın parmağıyla bebeğin göbek bağının uzuntasını düğümledi. Sonra iki küçük bacağından baş aşağı tuttuğu bebeğin kalçasına vurmaya başladı. Susuz kalmış motora damla damla verilen benzin gibi bebeğin kalçasına vurulan darbeler küçük vücudun soluk almasını sağladı. Üçüncü vuruşun ardından gözlerini kısan küçük candan ilk ses gelmişti.
Iıınngggaaaa…ığığıınnngaaeaaeaa…
Koca vücuduyla toprağa gömülü bulunan Zöhre kadının tepkisiz yüzü az önce dünyaya getirdiği küçük bedenden çıkan ilk sesin ardından şekil almaya başladı. Yüzünü ter bürümüş kadın, kollarına yatırdığı bebeğin üzerine başından çıkardığı yazmasını doladı. Küçük bebeğin devam eden çığlıkları kadına sanki şevk verdi, can verdi. Kolunu yüzüne yaklaştırıp suratında biriken terleri sildi yeniden. Bebeği iyice kavrayıp etrafına bakmaya başladı. Az ötesindeki uğursuz karganın çirkin sesinin dışında sanki dünya üzerinde kucağındaki küçük beden ve kendinden başka bir canlı yoktu. Güneş inadına kara toprağı kavuruyor, Zöhre kadın koca gövdesini, minik yavrusuna gölge ediyordu.
Tam vaktında geldin gavur dölü… diye inler gibi konuştu kadın. Hem gülümsüyor, hem kendini toparlamaya çalışıyordu. Firezin dibine yatırdığı bebeği gözleriyle izlerken şalvarını yukarıya çekmek istedi. Bacak arası kanlıydı hala.
Umurunda bile değildi. Yamadan asıl rengi görünmez olmuş şalvarını kalçalarının üzerine oradan beline kadar çekti. Artık dimdik ayaktaydı. Yere eğilmeye mecali yoktu ancak yavrusunu çalı dibinde bırakacak da değildi ya. Bir nefesle eğilip, kucağına aldı yavrusunu.
– Halil…Haaaliiiiil…
Sesi az önceki çığlık gibi değil, muştulu haber getiren haberciler gibi çıkıyordu artık. Halil diye çağırdığı kocasıydı. Zöhreyi her sabah tarlaya uğurlarken, kendi köy kahvesine seyirten, eli kıçında bir o yana bir bu yana salladığı zeytinden tespihiyle gün batıncaya kadar oyalanır, akşamda kızgın günün altında çalışan karısını koynuna çekerdi. Kıllı suratını bayramdan bayrama girdiği hamamda paklatırdı.
Şimdi burada ne işi vardı Halil’in. Köy kahvesinde okey taşının gölgesinde zaman öldürmek dururken niye bu sıcakta tarlaya gelsindi ki. Ama olur ya karısının üçüncü çocuğunu doğuracağını düşünüp, gelebilirdi tarlaya.
– Amaan, kırk yıllık kani, olur mu yani… diye söylendi Zöhre kadın.
– Erkek milleti deel mi ?.
Öyle diyordu ama sanki bugüne kadar başkaca bir herif tanımış mıydı ki. Kendi üç yaşındayken ölen 60 ‘lık babasıyla, akıl hastası ağabeyinden başka. Kocası, 14 yaşında koynuna girdiği Koca Halil ilk günden beri aynı tas aynı hamamdı.
Haftanın üç gününü üzerine kuma geldiği Hava’nın yanında, sonraki günlerde de kendi yanında dururdu. Daha çocukluğunu bile yaşamadan karılığını yaptığı Halil’den yıllardır görmediği ilgiyi şimdi beklemek boşaydı. Ama ya gelen Halil’se. Kafasında bunları kurarken, bir yandan da eliyle gömleğinin düğmelerini çözmeden çıkardığı bir göğsünün ucunu bebeğin ağzına vermişti. Sanki Zöhre kadının içinde su kalmış gibi, kadının göğsünü vargücüyle somuruyordu küçük bebek. Hepsi hepsi bir yudum süt için. Bir süre sonra önce toz bulutu ve gürültü halinde beliren traktör tarlaya iyiden iyiye yaklaştı. Üzerinde Halil vardı.
Teker lastiğinin üzerindeki Halil’di ama traktörü süren kimdi. Kimselere benzetemiyordu onu. Köyden biri değildi mutlaka. Boyu Halil’den az uzunca, bıyığı ağzının içene kadar giren kaba saba biriydi gördüğü.
– Amanın, benimki neyse ya, bu hayvan avradının koynuna nasıl giriyor acep ?…
Bu sözleri hayretle kendine doğru gelen iki adama bakan Zöhre kadın söylüyordu. Bir yandan bebeğini besleyen kadın bir yandan da gelenlere doğru seslendi.
– Halil, Halil doğdu, doğdu bebe doğdu.
– Tamam avrat çok söylenme yanına geliyoz.
Bu sözler heyecanla karışık kendisine çocuğunu doğurduğunu muştulayan karısına yarım ağızla Halil’in söylediği laftı.
– Bu heriflerin sağı, solu belli olmaz… diye mırıldandı. Karşıdan gelen Halil’in yüzündeki ifade sinirliydi. Bir yandan da korkuyla karışık bir heyecan içindeydi. Hemen ardından seğirten uzun boylu, kıllı adamın yüzünde ise sarı ve
ayrık dişlerini gösteren pis bir sırıtış vardı. Halil önde, yabancı adam arkada firezleri yara yara ilerliyordu ikili. Önce kadının kucağındaki küçük suratı hala kanlı bebeğe çevirdi gözlerini Halil. Sonra yavaş yavaş yüzü sıcaktan kavrulmuş, gözlerinin altı kara torbalar bağlamış ve susuzluktan dilim dilim
çatlamış dudakları ile Zöhre kadına baktı. Zöhre kadının gözleri öne eğildi. Yanına yabancı bir adamla çıka gelen kocasına ne diyeceğini bilemedi. Halil ardından aynı pis sırıtışla bekleyen adama döndü.
– Az önce kaavede lafını ettiğiniz avrat bumuydu ?
Adamın yüzündeki sırıtış kalkmış ama gözündeki kamaşmadan ötürü yüzünü kıstığı için pis sarı dişleri hala gülüyor gibi ortadaydı.
– Heee, valla da bu billada bu karı.
Zöhre kadın ne olduğunu anlayamamıştı. Kocası ne diyor, yabancı ne cevap veriyordu.
– Bu kahpe beni rezil etti ele güne. Yedi kat yabancı adamlar bana avradımın karnındaki çocuğun babasının kim olduğunu sorup öküz gibi höykürdüler. Bu bana yapılır mı ulan oropsu, ulan irezil karııı..
Halil’in sözleri çığlık çığlık göğe yükseldi. Zöhre kadın ne olduğunu anlayamadan bir yandan çocuğunu kavrıyor, bir yandan kocasının ağzına bakıyordu.
– Bu bana yapılırmı ulan zilli…
Sözler bıçak gibi keskin ve sert çıkıyordu Halil’in ağzından. Bu arada sağ elini beline götürüp kabzası kırık tabancayı çıkardı. Horozu kalkık duran tabancayı Zöhre kadının üzerine doğrultan Halil kurulu bir robot gibi hareket ediyordu. Zöhre’nin iyice açılmış kanlı gözleri ve iyice açık olmasına rağmen hiç ses çıkmayan ağzı öylece kalakaldı. Bu sürede yaşanan birkaç saniye oradaki herkese sanki günler gibi gelmişti. Uğursuz kargadan çıkan çirkin çığlığa, göğsüne tek kurşun giren Zöhre kadının inlemesi karıştı.
– Yandım anaamm…
Kızgın güneş inadına toprağa çarpıyordu. Tek bir yaprak bile kımıldamıyordu. Kadın sağ koluyla iyice sardığı bebeği katılaşmış koluyla öylece gövdesine bastırmıştı. Ulu bir çınar gibi dimdik ayakta duran Zöhre kadın ağır ağır yere
doğru yattı. Önce firezlerin üzerine sonra toprakla buluştu iri bedeni. Bebek kollarının arasında ağlamaya başladı. Koca dünyada başka bir ses çıkmıyordu küçük bebeğin ağlamasından başka. Bir bebeğin çığlık gibi ağlaması bir de incir dalına tünemiş karganın uğursuz sesi. Sağ eliyle iyice kavradığı kabzayı bir ara gevşeten Halil, horozu yeniden kaldırdı.
– Piçlerin de yeri yok benim toprağımda…
Bu kısa cümlesinin ardından tabancadan çıkan ikinci kurşun az önce dünyaya gelen minik bebeğin göğsüne saplandı. Anasının kucağında çığlık atan bebeğin sesi kesiliverdi hemen. Zöhre kadının yere düşmesiyle kalkan toz tekrar yere
inerken Halil’in ardında duran, ayrık sarı ve pis dişlerini ince dudaklarının arasında sırıtır gibi gösteren adam yere eğildi. Bir eliyle gözlerini siper ederek yerde boylu boyunca yatan kadının yüzüne alıcı gözle bakan adam geriye doğru bir adım attı. Az önce iki cana kıyan Halil, elindeki tabancayı gerisin
geri beline taktı. Arkasına döndüğünde iki elini kıllı ve kara suratına yapıştırmış adamı gördü. Az önce traktörle kendisini tarlaya getiren adama bakan Halil,
– Heç leş görmedin mi agam. Bırak şimdi bunları. Geri dönekte anlat Koca Halil’in namusunu nasıl temizlediğini. Halil’in namusunun nasıl ap appak olduğunu annat
hadi gel gayrı.
Bu sözleri iki eliyle yüzünü kapatan, uzun boylu, kıllı suratlı adam duymuyordu bile.
– Lan nettik biz. Ulan ağa ne bok yedik biz… sözleri rüzgarın bile esmeyi unuttuğu topraklarda yankılandı.
– Halil.. diye inledi çirkin adam.
– Bu karı o deel lan . Eğreklerin Ahmetle becerdiğimiz karı bu deell.