Alçakların sana husumet duyduğunu bilsen bile onlarla savaşı sen başlatma. Alçaklara karşı hile düşünme, çünkü alçakların hilesi her zaman daha çoktur. Alçaklarla savaşmak yerine onlardan uzak durmak her zaman daha iyidir.” (Molla Cami)
Onlara hep orada, aynı yerde, ellerinizle koymuş da bulmuş gibi rastlarsınız. Yüzlerine en son okudukları kitabın ön ve arka kapaklarını giyinmiş, şuuraltı gecidinden karşıya gececek cesareti toplayana dek bekleşirler. Unuttuklarına yer bulabilmek için bildiklerini orta yere kusarlar. Suyu çekilmiş olgun duruşlarının altında sakladıkları sırıtışla cafelere doluşurlar. Geyikleri ürkütmemek için şapkalarından çıkardıkları tavşanların peşinden koşmak niyetiyle yürürler. Majiskül bir hayatı ne kadar arzulamış oldukları düz satıhta italik duruşlarından bellidir.
Kendilerini ağızlarından kaçırırlar.Ağızları ciddiyet formuna girsin için dudaklarını birbirine birleştirip, hiçbir mizah sızmamacasına yapıştırırlar. Üç işlemi (kes, kopyala, yapıştır) konuşmalarında eksiksiz uygulayıp, heybetli gözükmek için aynalara dönüp kaşlarıyla oynarlar. Pazarlarda eskimiş avuçları yüreklerine varmadan duadan dönerler. İlk adımda yorulur, ilk sözde cayıp ilk mısrada boğulurlar.Mahcubiyet, mahrumiyet ve esmerliği dindarlık sanıp ellerinde ve çehrelerinde olanla yetinirler.
Issız köşelerde, daracık odalarda kardeşlik türküleri söylerleseler de açık alanlarda çengellere asılmış kardeş etine içleri gider ve parçalayıp yenmeye müsait olsun diye kardeş bildiklerinin ayaklarını kaydırırlar. Ne de olsa kalleşlik ve kardeşlik bu uyum yokluğunda kaçırılmaması gereken iki sözcük. Her ikisi de kullanışlı,aynı zamanda elinizi kaçırsanız da elverişli. Egolarını yeşile boyayıp kollektif bilinç, cemaatsel şuur diye yutturmakta üstlerine yoktur.
Yazgılarındaki tashih hatalarıyla meşgul olmaktan ayaklarının altındaki zeminin nereye kayıp gittiğinden habersizdirler. Şiiri ihtiras ve şehvetlerini teskin edecek ninniye dönüştürmüşlerdir.Hayatın kapağında hiç olmazsa ilk sayfasında yer almak isterler bunu başaramadıklarında “her şey fani”, “aslolan davamız”, “bunlar boş işler” demeye yatkındırlar.Gerçek ya da muhayyel sevgililerini kimse çakmasın diye çarçabuk leyladan mevlaya doğru kaçarlar. İşte burası Şuuraltı gecididir. Bu, şuuraltı köprüsünden geçerken kimsenin eline geçmesin diye bilerek suya düşürdüğümüz birkaç kelimenin batmadan önce can havliyle dile gelişidir.
Evet,her yerde onlar vardır, mekanı imkana dönüştürmekte mahirdirler. Nitelik denilen şey onlarda imkan ve fırsatların parlatılmış, kılık değiştirmiş şeklidir. Çıkan mahalle yangınının tek yanmayan evi onlarınkidir. Peşin fikirleri, vadeli şükürleri, veresiye zikirleri vardır.Rakamları öylesine vird edinmişlerdir ki paralarından geçilmez. Sorsanız bozuk paraları tamir ettiklerini söylerler. Kimi kimseleri ve kimlikleri olsa da kişilikleri yoktur. Temize çekilmiş bir yüzden mahrumdurlar.Her duvara kolayca asılabilecek bir kaskettir yüzleri. Konuştukça yüzlerini yitirip önüne geleni vakumlayan bir ağıza dönüşürler. Gözlerini hiç kullanmadıklarından yüzsüzdürler. Onun için hiçbir şeyi yüzlerine karşı söyleme imkanı bulamazsınız.
Bir kalemin peşine takılıp, yolundan döndürüler ya da bazen bir cümleye doğru son hızla karar kılmış bir kalemin ya da klavyenin önüne atarlar kendilerini.Oracıkta kalakalır ve asıl yazacağınız konuyu yazamazsınız. Gündemini bir saniye bile unutmadan dönüp duran gökyüzünü örnek alıp asıl mevzuya dönmek lazım geldiğini bilmez değilim. Fakat birilerinin de yüzlerini yeniden takınmaları gerekmiyor mu?