Soruşturma adı: Üryan Soruşturma
Soru: Söz’de Yunus, Siz’de Yunus… Söz’ün varlığa tercüman oluşunda Yunus ve bu tercümanlığın sizde bulduğu karşılıkta Yunus…”
Cevaplayan: Sadık Yalsızuçanlar
Özetle, Yunus, sözün alabildiğine saydamlaştığı fakat anlamın da aynı ölçüde derinleştiği bir anlam denizidir.
Bu giz denizinde asıl boğulanlar, “Yunus’u sadece ben anlıyorum” diyenlerdir.
Efendim Hazret-i Yunus, ‘kuşdili’nin yani irfan/hikmet dilinin mutlak sözlüğünden konuşan bir ârif. Burada tabi bizi bir paradoksal durum karşılıyor: Yunus bir söz söylemiş, hiçbir söze benzemez / Münafıklar elinden örter mânâ yüzünü, diyor. Yani, ben, Hakk’ın mutlak birliğinin (tekliğinin) idrak edildiği bir yerden konuşuyorum. Bu yüzden hâlâ ikilikte kalmış, birliği tadamamışlar benim sözlerimden bir şey anlamazlar. Daha doğrusu, anladıkları, kendi varoluşsal düzeylerincedir. Benim gramerim, cemden, mutlak birlikten konuşan bir gramer. Bunun deşifre edilebilmesi ise ancak vahdete ulaşınca mümkündür. Yoksa dil, düşünceyi örttüğünden, ikilikte kalmış olanlar benim söz perdemi aralayamaz, kabukta kalır, özü göremez.
Bu bağlamı pekiştiren daha hermetik bir ifade var: “Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi / Dilsiz kulaksız sözü, can gerek anlayası.”
Hz. Yunus’a göre, söz anlamın bizatihi kendisidir. Perdesi veya örtüsü değildir. O halde bu “mânâ dili”ni anlayabilmek için, sözün saydamlaştığı bir algı düzeyine erişmiş olmak gerekir. Benim sözüm, dilsizlerin dilidir. Bunu anlayabilmek için kulaksız olmak, baş kulağını geçip, gönül kulağına ulaşmış olmak gerekir. Gönül kulağıyla dinlemeyenler, benim sözlerimden hakiki bir anlam çıkaramaz, yine yüzeyde çırpınır dururlar.
Geleneğin sözlüğüyle konuşacak olursak: Hz. Yunus, seyr ü sülûk görmüş bir derviştir. İrfanın bizzat kaynağı haline gelmiştir. Sözleri de pür anlamdır. Hikmettir, marifetullahtır.
Bu dile nüfuz edebilmek için, gönül eğitiminden geçmiş olmak gerekir.
Benlik eğitimi görmemişler, benim sözlerimin çevresinde, yüzeyinde, kabuğunda gezinir dururlar.
İçe nüfuz edemezler.
Anlamı kavrayamazlar.
Oysa -yaygın ezbere göre- Yunus, anlaşılır, sarih, apaçık bir dil kullanır. Berrak, saf, arı duru bir Türkçeyle konuşur.
Doğrudur. Yunus’un sentaksı sadedir. Lehçesi, berraktır, açıktır.
Fakat -sehl-i mümteniyi de aşacak biçimde- bu sadelikte sırlar gizlidir.
Yunus, “hem kaçan hem de bayrak açan”lardandır.
Yunus, gizlendikçe görünen, göründükçe gizlenenlerdendir.
Yunus, sadelikte derinliktir, yalınlıkta gizemdir.
Özetle, Yunus, sözün alabildiğine saydamlaştığı fakat anlamın da aynı ölçüde derinleştiği bir anlam denizidir.
Bu giz denizinde asıl boğulanlar, “Yunus’u sadece ben anlıyorum” diyenlerdir.
Yunus’un kavramsal olarak açımlanması, anlaşılması değildir.
Yunus’tan asıl nasipsiz olanlar, O’nu dilin imkânsızlığına hapsetmeğe çalışanlardır.
Yunus, “ben bir acep ile geldim / Kimse halim bilmez benim / Ben söylerem ben dinlerem / Kimse dilim bilmez benim” düğümünü açarken şöyle der : “Benim dilim kuş dilidir / Benim ilim Dost ilidir / Ben bülbülüm Dostum güldür / Bilin gülüm solmaz benim.”
Yani, Dost’u tanıyan arı gönüllüler, benim sözlerimin gerisindekilerden en çok istifade edenlerdir.
Yunus’un “uzman”ı olmaz.
Yunus, her türden -en başta dile dayalı- iktidarı dışlayan, ezberleri bozan, “her an yeni bir oluşta, yeni bir işleyişte” bulunan bir âriftir. Dili de bu keyfiyete bağlı olarak özgün, devingen ve dinamiktir, capcanlıdır.
Saf gönüller, Yunus’un anlam denizine dalar, oradan inci mercan çıkarırlar.
Bu deniz anlam denizi olduğu kadar, dil deryasıdır da…