147 sayı çıkmış.
3’üncü, 18’inci, 101’inci ve 141’inci sayılar eksik.
Gezmediği sahaf kalmadı.
Sormadığı kütüphane.
Birinde tam takım var, kendisi gibi bir meraklıda, adam Nuh diyor peygamber demiyor, fotokopisini almak bir yana göstermiyor bile dergiyi.
Toplayıcılar, biriktirme tutkunları bilirler; bu dört sayı beynine batan diken ormanından en acıtanı.
Takım elinde olmasa hadi neyse, var ve eksik.
Bu daha kötü…
10 yıl sonra taşındığı yerde komşunun artık kullanılmayan kömürlüğünde buldu 101’inci sayıyı.
Aradan 7 ay geçti.
Kızılırmak Sokak’taki kaldırım kitapçısı Zampara Selim’de gördü üçüncü sayıyı, çocuğu olmuş gibi sevindi.
Elleri is karası, kömür karası, çoğu eldivensiz kağıt toplayıcıları tanırdı.
Bir gece çakır keyif yürüyerek eve dönerken, kağıt toplayıcının bezden arabasından taşan eskiler olduğunu gördü. Pek rastlanmazdı.
Bakmak istedi.
Çocuk göstermedi.
Bakmasına 100 lira teklif etti.
Karıştırdı.
İki demiryolu nizamnamesiyle birlikte 18’inci sayıyı da burada buldu.
101’inci sayı bir 10 yılını daha aldı.
Çuval Ahmet’in bir kütüphane döküntüsü aldığını duydu.
Çay içmeye gitti.
Binlerce kitap ve dergi arasından dörde katlanmış halde buldu 101’i.
En çok acıtan bu son dikenin çıkmasına o kadar sevindi ki, adeti değildi, kapıcıya kebap ısmarladı, kapıcının çocuğuna pilli araba aldı.
Takım tamamlandı madem, ciltlenmesi lazım.
Ciltçiye getirdi.
Parasını peşin verdi.
10 yıldır da ciltçide.
Almadan rahmetli oldu.
Ben mi?
Ciltçiyim dedim ya, dememiş miydim yoksa?
Bir yakını çıkar diye bekletiyorum.

%d blogcu bunu beğendi: