“Yazmasam ölecektim” diyor ya hikayeci, biz yazar milleti, yazmayınca hiçbir şey olmasa da yazarız. Aramızda bol miktarda “Yazı Yazmaktan Karnı Nasırlaşan Adam”lar bulunur.
Havadan sudan, ve dahi havaya ve suya tekabül etmeyen binlerce konudan yazılar çıkarırız. O yazılara ağırbaşlı elbiseler giydiririz. Kelimeleri dansa kaldırır, cümlelerden ırmaklar yapar, sayfalara ruh haritaları çizeriz. Yapmasak da bizi sahiden böyle yapıyor sanırlar. Okurumuz da beşerdir; “putunu kendi yapar kendi tapar” sözüne onlar da muhatap kabul edilse gerektir.
Eşyaya, insanlara, olaylara, yazılması gereken birkaç satır, bir hikaye, bir roman, yerine göre bir acıklı güldürü gözüyle bakarız. Bazı insanlardan bir cümlecik çıkarmakta zorlandığımız olur.
Huyumuz kurusun, böyleyizdir.
Yazarak var olduğuna inanır çoğumuz. Ne var ki, yazdığı varlığına bir şey eklemeyenlerimiz de bir ömür kalemi elinden düşürmez.
Kağıt müsrifi, selüloz hastası, ağaç katili sıfatı çoğumuzun yaftasıdır.Bunu hak etmeyenlerimiz aramızdan az çıkar.
Yasak savmak kabilinden yazdığımız olur.
Bazen, yasak olduğu için yazarız, inadına…
İçimizde, yasak koymak için yazanlar da bulunur.
Yazıyı, makam mevki için basamak yapan ailenin nankör evlatları yüzünden itibarımızın sarsıldığı, yüzümüzün kara kaplı kitaplara döndüğü olur.
Aramızda yazıyla devlet kurup devlet yıkanlar vardır; gün gelir devran döner, devlet, onları da yazdığına yazacağına bin pişman eder. Bu yüzden idam fermanı yazılan çocukların romanı henüz yazılmamıştır.
Halk için yazdığını söyleyen yazarlarımız, yazdıklarının, sözüm meclisten dışarı, bilmem neyle yazılan hela kapısı yazılarından daha az tutulduğunu bildikleri halde yazarlar da yazarlar.
Bir zamanlar bez pankartlara, beton duvarlara “tek yol devrim” yazan çocuklar, bıyıkları terleyince sermayenin borazanı olurlar, kalemleri paranın sıfır sayısına ayarlıdır.
Sait Faik’e inanmayın; kimse bir şey yazmasa da ölmez; belki ölecekmiş gibi olur ama, yazgıdır bu, gelir geçer…
“Kadir Mevla’m böyle yazmış yazımı” türküsü de bir yazıdır nihayetinde,
“Kul olayım kalem tutan ellere,
Katip arzuhalim yaz yare böyle” türküsü de.
Yazı bahsi öyle birkaç cümleyle kapanacak cinsten değildir. Biz Türkler boşuna ovaya “yazı” dememişizdir. Elbette bir bildiğimiz yardır. “Ova-yazı” kullanımı bir dil harikasıdır icabında.
Her yazı, delikanlı bir yalanı doğurgan bir gerçeğin siyah uçlu memelerinden emzirir.
Biz “yazıya” atılırız, okur diye beklediğimiz kitleler “yabana”…
Sanırız ki acımız yazdıkça hafifler, sevincimiz artar; acı da sevinç de evvel zaman içinde yazılan o sihirli yazının ta kendisidir…