Sık aralıklarla -hem de hiç durmamacasına- inatla çalan saat ya da telefonun sesiyle uyandı. Heyecanla araladığı gözlerinde kuşkulu bir umut, belki de umutlu bir kuşkunun belirgin izleri vardı.
Aslında bütün tinsel beklentilerini ele veren bu izlerden ilki çalanın saat olduğu zannının, ikincisi ise telefon olduğu varsayımının ifadesiydi. Evet çalan saat ya da telefondu.
Uzun uğraşlar sonucunda uyku sersemliğini zihninden kovduktan hemen sonra “Acaba hangisi?” diye sordu kendi içinde. Bütün bir yaşamının en ciddi açmazıyla karşı karşıya olduğu vehmine kapıldı. Aslında tüm sorun, çalar saatle telefonun melodisinin tıpatıp aynı olmasından kaynaklanıyordu. Bu durum, saati satın alırken kafasını hafifçe kurcalamış, fakat sonra “Hadi canım sen de… Sesleri karıştırabileceğim zamanın gelme olasılığı milyonda bir bile değil” diyerek saati almıştı.
Oysa düpedüz düz mantıktı bu. Uyumadığı durumlarda -saati kurmadığı için- çalanın telefon olduğunu pekala anlayabilirdi. Belli ki uyuduğu durumları hesaba katmamıştı. Eksik hesabının faturasını şimdi ödüyor olmalıydı.
“Acaba hangisi” sorusunu bu kez uykuyla yeni vedalaşmış bir gırtlağın kaba ve tok tınısıyla yineledi. Hemen ardından beyninin tüm kıvrımlarını ele geçiren bu sorunun yanıtını bulması için gereksizce düşünmek yerine eylemde bulunması gerektiğini uslamladı. Yüksek bir sesle, “Tekmil hikayesin. Bunca düşüneceğine yapsana” dedi kendine.
Tüm çevikliğini kullanarak ayağa kalktı. Önce -kaça kurduğunu hatırlamadığı- saati kapattı. Fakat melodi yine kulaklarında çınlıyordu. Bu kez, ‘umutlu kuşkusuyla’ telefonu açtı. Hattın diğer ucundaki ses -pek tanıdık- ama ereklenmeyen bir sesti.
Ereklenmeyen sesin olabildiğine gereksiz sorularına maruz kaldı. Artık bütün umutlarını yitiren kuşkusuyla içtenliksiz, baştan savma yanıtlar verdi bu sorulara. Ve hattın diğer ucundaki sesin pek önemsediği sorular tükenince bütün aceleciliğiyle telefonu kapattı.
Hemen sonra derin düşüncelere daldı. Her sabah, kuşkulu umudunun ifadesi olan saatin sesiyle uyanırken, bu sabah ‘umutlu kuşkusunun’ ifadesi olan telefonun sesiyle uyanmış, ancak bu kez de hattın diğer ucundaki ses kuşkusunun umudunu öldürmüştü. Derin, ama anlık düşüncelerinden sıyrıldı. Çalar saate baktı. Saati 14.00’a kurmuştu. Oysa akrep ve yelkovan -düzenli bir işbirliğiyle- saatin 13.30 olduğunu duyuruyordu.
Saatin akrebi -daha önceleri oturduğu- eski, nemli evin muteber konukları olan akrepleri imledi. Kısa, yassı gövdeli akrepleri evde ilk gördüğü gün tarifi zor bir endişeye kapılmıştı. O günü anımsadı. Özenle serdiği yer yatağıyla buluşmaya hazırlanırken kapının altındaki boşluktan diğer odaya geçmek için debelenen siyah bir nesne görmüş, ilk bakışta tanımlayamadığı bu nesnenin, yaşamsal özelliklere sahip bir akrep olduğunu duvara yaklaşınca anlamıştı.
İlkin çok korkmuştu. Bu korkusunu, en yakınındaki ilk cismi kuvvetle kavrayıp akrebin gövdesine bir balyoz sertliğiyle indirdikten sonra da yenememişti. Gerçi siyah yaşamsal nesne ölmüştü, ama bu kez de onun öldüğünü farkeden korumacı ebeveynlerinin saldırısına maruz kalabilirdi. O gece -bu endişenin etkisiyle- yer yatağında değil, fakat yerden yaklaşık otuz santimetre yükseklikteki sedirde yatma kararı almıştı.
Eski evinin muteber konukları olan akreplerle tanıştığı bu ilk geceden sonra korkusu yavaş yavaş azalmaya başladı. Çünkü daha sonra gördüğü diğer akrepler, “Bizden sana zarar gelmez” dercesine kendisine yaklaşmamaya özen gösteriyor ve evin bilmem hangi köşesinde yaşamlarını idame ettirmenin uğraşını veriyorlardı.
Akreplerin bu garip uysallığını evin nemliliğine vermişti. Daha sonra, güçlü bir insan bedenini bile uyuşturabilecek nitelikteki nemliliğin zehirli siyah yaratıkları miskinleştirdiğine büsbütün inandırmıştı kendini.
Bir an -akrepleri falan unutup- düşüncelerinden sıyrıldı. Pencereden dışarı baktı. Dışarda yağmur çiseliyordu. Yağmur İstanbul’u, İstanbul kalabalık caddeyi imledi. Hemen ardından kalabalık caddenin duyumunu gereksindi.
İlk gözüne çarpan en değerli giysilerini giydikten sonra dışarı çıktı. Kalabalık caddeye doğru hızla yol alırken eski nemli evinin sokağına vardığını farketti. Ani bir kararla sokağa daldı. Eski evinin sokağı yine pek kalabalıktı. Sokak boyunca kapı önlerinde oturan kadınlar birbirlerine Rumca birşeyler anlatıyorlardı. Ne konuştuklarını düşündü. “Ne olacak? Dedikodu yapıyorlardır. Bana küfrediyor olamazlar ya!” dedi devamla.
Oldum olası sevmezdi kapı önlerinde oturan kadınları. Çoklukla sabah erken kalkarlar ve ev işlerini tamamladıktan hemen sonra sokağa atarlardı kendilerini. Ardından bilmem hangi şeyi dedikodularına mevzu ederlerdi.
Kapı önlerinde oturan kadınlar, doğup büyüdüğü şehri imledi birden. Böyle manzaralara orada da rastlardı sıklıkla. Fakat doğup büyüdüğü şehrin kadınları bunlar kadar gürültüsüz yapmazlardı dedikodularını. Tatlı başlayan sohbetler önce beklenmedik bir karşı çıkışla tartışmaya dönüşür, sonra verilen uzlaşmaz cevaplarla didişmeler başlar, en sonra ağız dolusu küfürlerle karışık birbirine girmelerle noktalanırdı. Genellikle bu kavgalara pek kulak asmayan erkekler de -zaman zaman- işe karışınca durum büsbütün içinden çıkılmaz bir hal alırdı.
Aniden bir kapı önünde -diğerlerinin aksine- yalnızbaşına oturan kadının kucağındaki kundaklık bebeğe dikkat kesildi. Bebek -henüz dişlenmeye başladığı izlenimini veren- minik damağıyla elindeki ekmek parçasını sindirilebilir hale getirmenin çetin mücadelesini veriyordu. Bebeğin bu mücadelesi yaşamla mücadeleyi imledi birden. Kısık bir sesle, “Çabuk öğrenmiş mücadele etmeyi” dedi bebeği kastederek. Öğrenmek zorundaydı, çünkü bundan sonra çok daha çetin mücadeleler bekliyordu onu. Gerçi yaşamla mücadelesi -tıpkı bütün insanlar gibi- daha doğmadan başlamıştı.
Dünyaya geldiğine göre, sekiz saatlik bir yarış sonucunda iki yüz yirmidört milyon dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz erkek tohumunu altetmiş ve doğmaya hak kazanmıştı. Kaybeden diğerleri ise doğal süpürgenin acımak bilmeyen süpürüşü önünde daha doğmadan ölüp gitmişlerdi. “Ne garip! Bütün insanlar iki yüz yirmibeş milyon olasılığın karanlık bir köşede gizlenmiş hedefe ulaşmış olanından başka bir birşey değil” dedi kendi içinde.
Acele yürüyüşüyle sokağı tükettiği son adımında -bir an için- düşünceleri de tükendi. Geriye dönüp tekrar bebeğe baktıktan sonra, “İki yüz yirmibeş milyonda birin çocuğu. Yaşamla mücadelende sana başarılar” diye mırıldandı.
Ardından Elmadağ’ı Dolapdere’ye bağlayan Üftade Sokağa yöneldi. Bu dar, ama uzun sokağın yokuşunu hiç sevmez ve genelde oflayıp poflamalar eşliğinde çıkardı. Gerçi İonia filozofu Herakleitos, “İnmekle çıkmak aynı şeydir. Çünkü bir yokuşu çıkmak bir başka yokuşa inmek, bir yokuşu inmek de bir başka yokuşa çıkmaktır” demişti. Hoş! Üftade Sokağın yokuşu bir başka yokuşa inmez, Elmadağ’la buluştuktan sonra rakımsal bir farklılık göstermeden Taksim’e varırdı.
Düşüncelerindeki yokuş Taksim’e varırken, kendisinin de Taksim’e vardığını farketti. Kalabalık caddeye girdi. Hemen sonra yüzünde hedonist bir tebessüm belirdi. Nedense pek seviyordu kalabalık caddeyi. Aslında pek sevmezdi kalabalıkları. Ama kalabalık cadde, zihninde birşeyleri imliyor olmalıydı. Öyle ya! İmlemese neden sevsindi kalabalık caddeyi. “Kimbilir kaç zaman sonra?” diye sordu usulca. Ardından bu sorunun cevabını yine bir soruyla verdi: “Kaç zaman sonra imlediğim öznenin, bu caddenin fiziksel varlığıyla bütünleşmesine yine tanıklık ederim?”
Acaba gerçekten ister miydi bu tanıklığı? Birden -hiç gereği yokken- elini kafasına götürdü. Önce tırnaklarının bütün hoyratlığıyla saçlarını kaşıdı, sonra öndişleriyle acımasızca dudaklarını ısırdı. Kendince önemli soruların cevabını bulmak için düşüncelerini yoklarken böyle yapardı hep.
Kısa bir düşünüşten sonra -dudaklarının kararlı devinimiyle- “Evet isterim” dedi. Sonra bu vargısını onayladı. Aslında bunu yaparken bir bakıma kendini onaylamıştı. Oldum olası severdi kendini onaylamayı.
Kalabalık caddeyi Tarlabaşı’na bağlayan sokaklardan birinin hemen girişinde -akciğerlerini paralarcasına, hararetle kusan- bir adamın böğürtüsüyle düşüncelerinden sıyrıldı. Kafasından yaklaşık bir adım öne fırlamış göbeğiyle müzmin bir birasever olduğu izlenimini veren adamın istençsiz hareketlerini dikkatle gözlemleyince yıllar öncesini anımsadı.
Adamın acınası hali, içki içtiği günleri imlemişti zihninde. Ama kendi rakı içerdi çoklukla. O zamanlar -hemen her gece- yalnızbaşına bir meyhaneye gider ve hep sipariş ettiği 35’lik Altınbaş rakısını tek mezesi haydariyle birlikte bir oturuşta bitirirdi. Büsbütün kötümserleştiği benzer gecelerden birinde aynı meyhaneye yine yalnızbaşına gitmiş, ama bu kez 70’lik Altınbaş rakısıyla şalgam sipariş etmişti. Bütün siparişleri geldikten sonra duru akışıyla -ilk bakışta zeytinyağı olduğu izlenimini veren- Altınbaş rakısını özenle kadehe doldurmuş, sonra -su falan katmadan- bir dikişte bitirivermişti.
Aynı edimi şişedeki rakıyı bitirene kadar tekrarlayıp meyhaneden çıkmak üzere ayağa kalkınca sarhoş olduğunu farketmiş ve sonra kendini zorlukla dışarı atmıştı. Öyle ya! Şişede durduğu gibi durmuyordu meret. Aslında pek sarhoş olmaz, olduğu ender zamanlarda da gürlemek yerine -etrafa rezil olmamak için- hiç konuşmamayı yeğlerdi. O gece de öyle yapmış, ama bu kez birbirine dolaşan ayaklarının istençsiz çapraz yürüyüşle adeta bütün sarhoşluğunu ilan etmişti. Neden sonra midesinin şiddetli bir bulantıyla sarsıldığını duyumsayınca en yakınındaki kuytu bir köşede ağız dolusu kusmuştu. Fakat -midesiyle gizli bir işbirliği yaptığı sanını veren- bulantı o gece hiç peşini bırakmamış, önce tüm yediklerini ve giderek içtiği rakıyı bile çıkarana kadar sonlanmamıştı. İşte o korkunç geceden sonra bir daha hiç -ama hiç- içmemek üzere kendine sağlam bir söz vermiş ve ağzına içki vurmamıştı.
Derin düşüncelerine aniden nokta koydu. Mephisto’ya gitmeye karar verdi. Şeytan demekti Mephisto. Hatta 19. yüzyıl edebiyatçılarından birinin roman kahramanı olmalıydı. Zihnini zorladı. Ama -o an için- ne o edebiyatçıyı hatırlayabildi, ne de güçlükle anımsadığı kitabın roman olup olmadığına karar verebildi.
Mephisto’nun tabelasını görünce bir an duraksadı, sonra içeri girdi. Her zaman olduğu gibi felsefe kitaplarının bulunduğu bölüme yöneldi. İlkin Immanuel Kant’ın ‘Arı Usun Eleştirisi’ adlı yapıtı gözüne çarptı. Bu yapıtı okurken zihni adam akıllı zorlanmıştı. “Tamalgının bireşimli birliği”, “Fenomenler ve Numenler”, “Sezginin çoklusu”…
Ne anlatmaya çalışmıştı Kant? Sadece, sıradan insanların hergün istençsiz veya bilinçsizce gerçekleştirdiği günlük edimlerin nedenleriyle sonuçlarını irdelemiş ve kişioğlunun zihinsel yetisinin boyutlarını tanıtlamaya çalışmıştı.
‘Arı Usun Eleştirisi’nin hemen yanında -bütün ihtişamıyla- Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in ‘Tinin Görüngübilimi’ adlı yapıtı duruyordu. Ne derin bir dehlizdi tanrım! İyi eğitimli ve felsefi ilgisi belirgin bir okurun bile, tüm mantığını altüst eden ve giderek onu umutsuzluğa düşüren bir yapıttı. Ama bunun nedeni, yalnızca okurun dosdoğru kurgul felsefenin başdöndürücü akışına çekilmesi değil, daha çok Hegel’in yapıtı yazarken insanların eline geçeceğini ve okunacağını düşünmeyi unutup, anlaşılabilir olma kaygısını bütünüyle bir kenara atmasıydı. Fakat buna rağmen birşeyler anlamıştı ‘Tinin Görüngübilimi’nden. En azından, öznel ve giderek evrensel tinin diyalektik dönüşümünü anlamlandırmıştı kendi zihninde.
Sonra Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Ansiklopedisi’ne gözü takıldı. Üçüncü cildi eline aldı. İlk algıladığı sayfada Isaac Newton’un adını gördü. Süredurum yasası ve yerçekimi kanununun kaşifi. Newton birden elmayı imledi. Elma da, ‘tininin başkentini.’ Hiç görmediği halde çok özlüyordu ‘tininin başkentini.’ Acaba nasıl bir yerdi? Kökeni öncel bir plana dayanan ani bir karar verdi. ‘Tininin başkentine’ gidecekti.
Ondan sonra hiç düşünmedi. Sadece eylemde bulundu. Ta ki, ‘tininin başkentine’ vardığını duyuran -kayalıklarla örülü- dağı görene kadar. Kendi adını taşıyan bu dağ, birden o ünlü efsaneyi imledi. Acı acı güldü. Efsaneleri gerçeküstü bulur, ama nedense pek önemserdi. Galiba -tradisyonalist değil- empatik bir önemseyişti bu.
“Zamanlar” dedi. “Yaşanmış gerçekliklerin en duyarlı, en nesnel, en yetkin ve en cimri anısı” diye düşündü devamla.
Uzamlar ise farklıydı. Evet onlar da -tıpkı zamanlar gibi- duyarlı, nesnel ve yetkindi. Ama onlar, “cimri birer anı değil, cömert birer nesneydiler.” Uzamların kalıntısı, insana diyalektik acı ve mutlulukları bütün şiddetiyle yaşatabilirdi. Çünkü onlar olabildiğine ‘mert ve cömertti.’
Ama kahrolası zamanlar ‘kalleş ve cimriydi.’ İnsanoğlunun zamanları şimdiye tutsakken, kendinde şey olarak zaman bütün zamanlarda özgürdü. O, geçmiş ve gelecek bütün gerçeklikleri her koşulda yaşayabiliyordu. Hem de başka hiçbir özne ve nesneye bu yetkin hakkı tanımadığı halde…
Birden “şimdiye, şu ana” tutsak olduğunu anımsadı. Bütün zamanlara kaba bir küfür savurdu. Yine canı sıkılmış, ruhu daralmıştı. “Neyse boşver” dedi çevredekilerin duyumsayabileceği bir sesle. Sonra irkildi, kendine geldi. ‘Geveze suskunluğuyla’ konuştuğunu duyanlar deli demesinlerdi sonra ona.
Yürümeye başladı. Bir taraftan adımlarını sıklaştırıyor, bir taraftan da -tüm merakıyla- çevredeki yapıları gözlemliyordu. Şehri ikiye ayıran sığ nehrin suyuna gözü takıldı. Morali bozuldu. Yere tükürmek geldi içinden. Morali bozuldumu hep böyle yapardı. Sonra, “Hiç değilse tinimin başkentinde yapmamalıyım bunu” dedi. Nehir çamur akıyordu. Oysa bunu hiç beklemiyordu. O, ‘tininin başkentindeki’ nehri dibindeki kayaları bile bütün cömertliğiyle gösteren duru bir akarsu olarak tasarlamıştı zihninde. Duruluk kavramı çok önemliydi onun için. Çünkü bu kavram, kendi ardındaki ya da önündeki gerçeklikleri -hiç esirgemeden- gözler önüne seren belirgin bir netliği imlerdi hep onda. Buraya gelirken de -duru olarak tasarladığı- nehre bir müneccim edasıyla derinlemesine bakarak geleceğe ve hatta geçmişe dair birşeyler çıkarsamayı ummuş, fakat umduğunu bulamamıştı. Tinini önce şiddetli bir kırgınlık, sonra umutsuzluk kapladı ve hemen ardından her ikisi de beyninin tüm kıvrımlarını ele geçirdi.
Kısa, ama hızlı adımlarına son verdi. Ve bütün süratiyle geriye döndü. ‘Tininin başkentinden’ ayrılmaya karar vermişti. Hemen sonra sık aralıklarla -hem de hiç durmamacasına- inatla çalan saat ya da telefonun sesiyle irkildi. Uyumadığına göre çalan telefondu. Bu kez derinlemesine düşünmedi. Sadece telefonu açtı. Hattın diğer ucundaki ses -pek tanıdık- ama ereklenmeyen bir sesti. Yine ‘umutlu kuşkusunun’ ifadesi olan telefonun sesiyle irkilmiş, ancak hattın diğer ucundaki ses kuşkusunun umudunu öldürmüştü. Birkaç kelimeyi zorunluca sarfettikten sonra ereklenmeyen sesin gereksiz sorularına fırsat vermeden telefonu kapattı.
Nehrin diğer tarafındaki görkemli konağa baktı. Ardından tüm çevresini kolaçan etti. Gördüğü herşey ‘birtek şeyi’ imlemişti onda. Kendi duyabileceği bir sesle, “Yaşamak imlemektir” dedi. Sonra Meydan’a doğru yola koyuldu. Çünkü, kuşkusunun umudunu yaşatabileceği yeni ve özgün yolculuklar bekliyordu onu.