Ölümü anımsamaya dayanamıyoruz.
Eskiden öyle değildi. Mezarlık şehrin ortasındaydı. Herkes ölülerine yakındı. İnsanlar bir gün gidecekleri yeri her gün görürlerdi.
Bu cümleleri nereden derledim, biliyor musunuz?
George Orwell, Boğulmamak İçin adlı romanının bir yerinde böyle şeyler söylüyor.
Demek ki önceki ve sonraki durum İngiltere’de de Türkiye’de de aynı. Her iki ülkede de gömütlükler yerleşimlerin ortalarından kıyılarına taşınmışlar.
Bu sözler neden gerekti?
Daha doğrusu, onları niye anımsadım?
Cunda Adası’ndayız.
Öğle vakti. Güneş istim üstünde. Denize karşı bir şeyler yiyoruz, içiyoruz. Yaşam tam kıvamında.
Oturan gezinen, yiyen, içen, alan, satan insanlar. Roma, Girit dondurmaları, Ayvalık tostu, kumda kahve, papalina balığı.
Masalar arasında istekle dolanan kediler. Müşterilerin onlara yiyecek vermemelerini engelleyen işletmeci. Yüz bulup masaların üstlerine çıkıyorlarmış.
Şekerli kahve ile sade kahveyi yanlış kişilere veren garson kız. Bir müziğin ritmine uyarak kıvıran kızlar, kadınlar. Yanağı makaslık huysuz bebek.
Kalkmaya hazırlanan yolcu gemisinin halatı çözülüyor.
Denizle aramıza cenaze giriyor ansızın.
Önde bir tabut. Peşinde sessiz insanlar. Değişerek sırtlıyorlar.
Kahvemiz acılaşıyor. Sevincimiz buruluyor. Dilimiz susuyor.
Görmeyebilir miyiz tabutu?
O geçmeseydi, ölümden hiç iz yoktu çevremizde.
Daha yerinde söyleyişle, ölümü içimizde taşıdığımızı anımsamıyorduk.
Sen ne dersin Ercan?

%d blogcu bunu beğendi: