(Sokak sesleri VI)
Yağcı bir yağdan adam olarak gelirdi adeta… Usulcacık, hiç kimseyi rahatsız etmeden, kendine has o genizden bağırışıyla kapı kapı dolaşırdı. Üstübaşı yağ lekeleri ile kaplı, yağ kokan bu adam, elindeki güğümü, hunisi ve litreliklerini içine koyduğu yarım silindir şeklindeki avadanlık kabıyla girerdi sokağa. Ayvalık’ın, Edremit’in, Havran’ın yağlarını satardı. Bu sesi alan evin hanımı derhal yağ şişesinin içinde kalan yağı bir bardağa doldurur ve şişeyi yağcıya uzatırdı. Yağcı kimin ne kadar alacağını bilir. Güğümünden litreliğe boşalttığı yağı huni ile şişeye doldururdu. Sonra önlüğünün kuşağındaki havluya, evet havluya ellerini kurular ve önlüğünün sağındaki küçük kalın defteri çıkarırdı. Bu defterde ailelerin borç çetelesi vardır. Oraya verdiği yağı, aldığı parayı yazardı. Borç için hiç kimseyi de sıkıştırmazdı.
Lehimci
Aluminyum kapların yavaş yavaş bakır kapların hakimiyetine son verdiği zamanların sokak ziyaretçileri arasında lehimciler de ayrı bir yer tutardı. “Leyimci!” sesiyle lehimlenecek bakır kaplarını hatırlayanlar lehimciye lehimlenecek yeri gösterir ve kaç para ödeyeceğini sorardı. Bakır ibrikler, leğenler, bakraçlar, tencereler, güğümler lehimcinin önüne birikince, o tuhaf; yan tarafında tutamacı olan gazocaklarını yakar ve kapların lehimlenecek yerlerini temizledikten sonra kızdırırlardı. Sonra lehim çubuğunu çıkarır ve kızdırılmış delik yere doğru tutarlardı. Kıvama gelince de ucu küt ve üçgen şekilli çekici ile lehimi ezer ve delik yeri lehimlerdi. İşi uzun sürmezdi ama çocuklar için bu da ayrı bir seyirliktir. Lehimin tutmadığı bir kab olursa uzardı işi. Kadınlar da denemeden para vermezlerdi.
Kilimci
Bunlar aslında sokakların bir türlü alışamadığı satıcılardı. İşin doğrusu pek güven de telkin etmezlerdi insana. Bu kilimcilerden kilim alan birisine de rastlamadım. Fakat herhalde alan birileri vardı ki bu adamlar dolaşıyordu. Omuzunda katlanmış bir veya en fazla iki tane kilim olur ve elinde de bir tane taşırdı. Bu kilimler ne acaip kilimlerdi bir bilseniz! Hem renkleri hem desenleri. Laciverde yakın kirli koyu bir mavi ve yeşil, kırmızı ve yeşil, kırmızı ve siyah, yeşil ve siyah… Yalnız ne var ki; bu renklerin tonu inanın hiç bir zaman iç açıcı gelmiyordu insana. Tersinden cansıkıcı bulunurdu. Desenleri de öyle… Bir baştan bir başa ortasında iri devasâ bir gül ve kenarlara kadar yapraklar olan bir desenleri vardı hepsinin. Ucuz muydu? Onu da bilmiyorum. Evlerin tefrişinde kullanılan ince çizgilerden ve birbirine yakıştırılmış birçok renkli iplikten dokunmuş güzel kilimler yanında bunlar oldukça şahsiyetsiz, hatta uyduruk birşey gibi gelirdi. Yok! Öyle “Cacala” denilen elbise eskilerinden kesilerek yapılan ama hiç bir zaman insanın keyfini kaçırmayan kaba kilimlerden de değildi. Bu zevksizlik örneği sayılabilecek kilimler belki de bunun için rağbet görmezdi. Şehre yeni göç eden insanlar bir müddet bunlardan kullandıysa da çok geçmeden onlar bile terketti. Son devirlerde birdenbire ortaya çıktığı gibi de kayboldu çok şükür.
Bileyciler
Bileyciler sırtlarına yüklendikleri o büyük ve tuhaf tezgâhla sokağa girdiği zaman çocuklar içlerinden “Ah bir bileyleten çıksa da seyretsek!” demeden edemez. Zira; bileyci işini yaparken süratli bir şekilde dönen biley taşına tuttuğu bıçaklardan çıkan ateşleri seyretmekten hoşlanırlar. Hem bileyci de sık sık gelen birisi değildir, eğer Kurban Bayramı öncesi değilse.. Çünkü Kurban Bayramı öncesi muhakkak her sokak teker teker arşınlanır. Bileyciler ancak kasapların, bakkalların, aşçıların bileylenecek bıçakları bulunmadığı zaman ya da iş bitimi eve dönerken “Olur a bakarsın bir nasip çıkar!” kabilinden uğrar ara sokaklara ve iyi de eder. Bir iki aile de olsa bıçağını bileyletecek olan çıkar. Yalnız herşeyden önce küçük bir pazarlık yapılır. Bileyci tezgâhını indirir.