Konya’dayım. Hangi yıl hatırlamıyorum; bir-iki yıl önce. Mecburen bulunduğum bir yerde niçin bulunduğumu, çevremde ne olup bittiğini ve ortalıkta telaşla dolaşıp duranların neye benzediklerini, ne olduklarını anlamaya çalışıyorum. Anlamaya çalıştığım şeyleri azıcık anlar gibi olduğumdan mı, anlamanın eşiğine bile varamadığımdan mıdır; oradan kurtulmak istiyorum. Ama öyle bir çemberin içindeyim ki, kurtulmam imkansız gibi görünüyor. Ne oldu bilmiyorum, Zamanın ve Mekanın Efendisi şefkatini serdi yeryüzüne ve ben bir zaman için de olsa oradan kurtuldum. Tam olarak nerede olduğumu bilmiyordum, Allaaddin Tepesi merkezdi benim için. Ona yaslayıp sırtımı “aha oradan Mevlâna’yı” bulabiliyordum mesela; ve kitapçıları… Birilerine Alaaddin Tepesi’ni sordum. ‘Taksiye ya da dolmuşa binmem gerekiyormuş, aksi halde 45 dakikadan az sürmezmiş.’ Olsundu, ben yürümek istiyordum. İçimde insan olduğuma dair bazı zayıf enerjiler hissediyordum. Ne olduğunu anlamalı ve başka insanlar görmeliydim; yürüyecektim.
Ne manidar bir karşılık gelme oldu şimdi. Konya’nın kılavuz bilgesi Mevlâna için de benzeri bir olay anlatılır. Hem Konya, hem Mevlâna, hem insan mevzu: ”Yarı-yol karşılaşması” gibi oldu. “Güpegündüz yola düşen bilge elinde bir de ‘yanan’ fener taşımaktadır. Onu böyle gören ahali hayli şaşırmıştır. Her şeylerini kendisine danıştıkları, başları sıkışınca koştukları, şehirlerinin direği, aklın efendisi Mevlâna ne yapmak istemektedir? Yaklaşırlar yanına ve sorarlar: ‘Efendimiz, bilge sultan. Bu ne haldir güpegündüz elinizde bir fenerle dolaşıyorsunuz?’ Onları iyice şaşırtacak bir cevap gelmiştir karşıdan: ‘İnsan arıyorum!’ ‘Eeee demişler, biz çevrendekiler, şunlar, onlar; hepimiz; biz insan değil miyiz?’ Hiç anlam veremedikleri _ve belki de hâlâ ‘anlayamadıkları’ bir cevap gelmiş Konyalılara ve âdemoğluna: ‘Hiç öyle olsaydı arar mıydım?’. Şaşırıp kalmışlar.”
Ben sadece çevremde değil, kendimde de o insana ait enerjileri bulma ihtiyacındaydım. Çevreme alık alık bakarak uzun süre yürüdüm. Nihayet gelmiştim Alaaddin Tepesi’ne. Ona sırtımı yaslayabileceğimi sandığım merkez noktasını bulmak için bana göre sağı sayılan tarafında yürüyordum. Beklemediğim bir noktaydı burası; bir kitapçı gördüm. Üstelik epey süreli yayın vardı kapısının önünde. Bakmaya başladım. Çok renkliydiler. O an için çok istediklerim olmasa da “tanıdık” bir-ikisini seçtim. Bu arada gözüme bir tane daha ilişti. Pek iddiasız duruyordu, öyle cafcaflı [janjanlı] bir hali zaten yoktu. Hepsinin arasında hayli aykırı görünüyordu. Üstelik öyle onlarca sayfalı, gücünü hacminden alan bir hali filan da yoktu. Epi topu iki sayfaydı. İsmi gerçi, ”şu genç arkadaşların son zamanlardaki ideolojik numaraları”ndan biri olabileceği hissini uyandırmıyor değildi ilk anda, lakin daha hemen _yine ilk bakışta siliniyordu bu zan. Bir şiir dergisiydi çünkü o; “ÜCRA”ydı. Birdenbire bana verdiği sıcaklık daha da artmıştı derginin. [Şiir görünce dayanamıyorduk elhasıl.] Belki içimizde zayıflayan enerjileriyle kalan insan kımıldardı.
“Tanıdık” dergilerde şöyle bir gezindikten sonra, eski halimizde hiç bir değişiklik olmadan, olamadan bir ümitle Ücra’yı dolaşmaya başladım. Şaşırtıcıydı. Evet şaşırtıcı. Kelimelerin ortasından geçiyorlar, parçalayıp kelimeyi yarısını size veriyorlardı yarısı kalıyordu kendilerinde. Paylaşımcıydı yani hâli. Hem sonra kelimeyi doğru söylemek, asliyetine ait kılmak istiyor gibiydiler. Bunun için söyleyişin tüm imkanlarını deniyorlardı ki, kelime “söylenince tam söylensin”. Tam söylendiği iddiasıyla, kelimeyi “yerinden” oynatan, bozan, çelişikleştiren hazır haldeki söyleyişlerinin ücra’sından geliyordu sesleri; kelimenin “kendi hali” dışında örtündüğü, örtüldüğü perdelerin, gerisinde kaldığı duvarların ve görünüşünde kaldığı yüzlerin ücra’sından… Hazır hal şiirin merkezine çöreklenmiş ve kendi bulunduğu gayya kuyusundan konusan bu vıcık vıcık “ölü canlar” kokan iktidarın ücra’sından, onu tepesinden ücrasına, ücrasından tepesine bir matkap gibi burgulayarak geliyordu. Yavaş yavaş garip bir enerji yayılıyordu içime. Ama asıl insan sıcaklığı, derginin arka sayfasındaki Murat Üstübal ve Bülent Keçeli hanesi “Ücra’ça” da sarmıştı bedenimi. İçim serinlemiş, güç kazanmıştım; “işkence hane”sine geri dönebilirdim artık. Kaçamak yapabileceğim kısa zamanı da bir hayli aşmıştım zaten.
Bu tecrübeden sonra bir süre mülaki olamadık Ücra ile. Sonra Serkan Işın yeniden dikkatimi çekti Ücra’ya; bir gafletten uyandırdı beni. O tecrübenin hatırını âli tutmam gerekti; aramamış değildim ama sanırım yeterli çabayı da göstermemiştim. Murat Üstübal ile görüşmek nasib oldu bu arada. Çok zevkle hatırladığım, yine hatırını âli tutmam gereken bir muhabbet hasıl oldu. Derken her ay kapımı çalmaya başladı Ücra. Ücra her ay nefes nefese gelen bir dostun verdiği önemli bir haber gibiydi benim için. Gibiydi diyorum Ücra 29’da işaretini verdi ve bu ayki sayısında “son” dedi. Her “son”un bir başlangıç olduğuna inancım ve “Ücra ekibi”nin yeni derlenişler, yeni toparlanışlar ve yeni “başlangıç”larla bize selam edeceğine güvenim, “gerekçeleri”ne duyduğum saygı üzüntümü biraz hafifletti.
29. sayıdaki Ücra’ça çıkan 29 sayının ve onlarla birlikte, onlar dolayımında yaşanılanların muhasebesi gibi. Ücra’nın 30. sayıyla birlikte “son” deyişine gerekçe olabilecek şeylerin ipuçlarını da bulmak mümkün burada. Burada Murat Üstübal’ın Ücra şiirini “öteki olacak kadar ileri giden bir şiir” olarak “ben ve ötekiyi yıkan bir şiirin peşinde” oluşla ifadelendirmesini önemli buluyorum ve sanıyorum Ücra tartışılmaya buradan başlanabilir. Bir de Bülent Keçeli’nin Ücra’nın “Türk şiirinin temelindeki unsurlara ulaşmak” isteği bağlamında onun ”tıkızlıklar, tıknazlıklar” ve tıkanıklıklarının önünü de açacak bir dolayımda Ücra’da yayımlanan şiirlerin “bir ‘yok’a modern-mistik bir ‘yok’a tekabülü” ifadelerine de dikkatinizi çekiyorum. Bu, şiiri araçsallıktan kurtaracak bir düşüncedir ona göre.
Sözü Ücra “son”dan Murat Üstübal’ın “Terden Ayru Veda”sına da atıfla Bülent Keçeli’nin dizeleriyle bitirmek en doğrusu olacak:
“aşkedildim taşa toz kıvamına değin
hep kaldığım yorgun bir çukurda”.