Bir insan nasıl olur da duruşu ve bakışıyla başkaları için bir tehdit unsuruna dönüşebilir? İnsanın yüzyüze geldiği insan için bir ürküntüye dönüşmesi gerçekten kolay anlaşılır bir durum değildir. Daha çok psikolog ve psikiyatristlerin ilgi alanına giren bu konuya edebiyat ve sanat zaviyesinden bakmak sanırım yeni açılımlar getirecektir.
Sanat,edebiyat ve bilim çevrelerine nufuz edip, isim yapmalarına rağmen bir çok insanın toplum karşısına çıkmaktan sıkıldıklarına, kürsülerde dillerinin damaklarının kuruduğuna şahit oluruz.Kendi birikimleri hakkında en ufak bir şüphe ve kaygıları olmayan bu kişilerin derin ve yoğun heyecanlar yaşaması kendi kişilikleriyle, varoluşlarının hassas dinamikleriyle alakalı olsa gerektir.
Yazının yalnızlıkla beslendiğini ve kalabalıklardan kaçışı ifade eden bir sığınak niteliğini haiz olduğunu göz önüne alırsak yazarların ve sanatçıların yoğun yalnızlık atmosferinden çıkıp geniş kitlelerle göz göze gelmeleri vakit alacak şekilde problem arzedecektir.
Yazarın sıkılganlığı biraz da sözün uçuculuğuna dair bir özelliktir. Öyle ki; toplum karşısında konuşmaya yönelen yazar , daha peşinen kendisinin anlaşılamayacağı kaygı ve ümitsizliğini yaşamaktadır. Nitelikli kalabalık karşısında akıcı ve verimli bir ifade gücüne sahip olan yazar, kuru kalabalıklar karşısında kitleleri şaşırtacak kadar acemi, heyecanlı ve başarısızdır. Sıkılgan kişi, karşısında kendisini bakışlarıyla yaralayan kalabalıkları görünce yaratıcılığını yitirerek, zihinsel bir tutukluk yaşar. Dış şartlar sıkılgan kişileri tahrik etmesi gerekirken şaşkınlığa düşürür.
Toplumsal ve ekonomik bilimlerin temelini atıp, liberal anayasa doktrini kurucusu Fransız yazar Montesquieu sıkılgan düşünürlere önemli bir örnektir. Sıkılganlığı yüzünden hakimlik mesleğini bırakmak zorunda kalan Montesqueu sıkılganlığı : “başımın en büyük belası” şeklinde niteleyerek şöyle söyler: “Sıkılganlık, uzuvlarıma varıncaya kadar sekteliyor,düşüncelerimi siliyor ve ifadelerimi bozuyor gibiydi”
Cemal Süreya’yı tanıyan kişiler de onun kişisel özelliklerini ifade ederken utangaçlık ve sıkılganlığına değinmeden etmezler. Zira yazı suskunlukla beslenip gelişir. O kadar deneyimli olmasına rağmen topluluk önünde konuşma korkusunu bir türlü yenememiştir. Nitekim Kadıköy Gençlik Kitabevi’nde düzenlediği edebiyat toplantılarınn ilkinde bu durumdan söz eder:
“…Gün yaklaştıkça rüyalar görürüm; bir şeyler soracaklar, ağzımdan tek sözcük çıkmıyor.
Şöyle bir şey başlar: Keşke yağmur yağsa…hatta bu insanlık dışı şeylere gider, deprem olsa da tehir edilse..Oraya gidersin korkunç!..Korkunçluk nedir biliyor musunuz? Söze başlamadan önceki on beş dakikadır.”
Her girdiği toplumda hemen yer edinen, kendini bulunduğu toplumdan ayırmadan, sanki yıllardır onlar arasında yaşıyormuş gibi uyum gösteren kişiler her ne kadar sosyal bir karakter sergiliyormuş gibiyseler de aslında alelade ve herkes gibi olduklarını bilmeden tescil etmiş sayılırlar. Nitekim Schopenhauer de bu tarz düşünenlerdendir. O şöyle söyler: “İnsan kitlelerine kolaylıkla alışmak,evvelden hazırlanmış gibi rahat rahat nufuz etmek, bir genç için hem manevi, hem de fikri bakımdan çok fena alametlerdir, bu bir nevi bayağılık gösterir. Tersine bu gibi hallerde şaşkın, mütereddit, beceriksiz ve anlamsız bir durum, asil bir tabiata delalet eder.” Taine de bu görüşü tamamlar: “Sıkılganlık biraz genel olan her özellik gibi bazen acayip şeyler, bazen de şaheserler meydana getirir.”
Sanatçı ve edebiyatçıların sanki insanlar üzerlerine yürüyormuş gibi kalabalıklardan ürkmesi, koşulların yalnızlıkla uçurum kadar eşitsizliğine kafa yormakla anlaşılabilir. Zira sanatçının derinleşen yalnızlığı ile kalabalıkların öbekleşen kütleselliği karşı karşıyadır. Ve neredeyse son haddine kadar açılmış kitlesel ağız sanatçının biricik kişiliğini yutmak üzeredir.