Ambulans bir Ankara gecesinde, şiddetli karanlığı yararak Sevgi Hastanesi’ne doğru ilerliyordu. Sanki etrafta hiç kimse ve hiçbir şey yoktu. O an için sadece ölgün bir ay ışığı ve derin sessizliği yırtan -en az karanlık kadar şiddetli- siren çığlığı vardı. Bir de önündeki tümsek ya da çukurların etkisiyle ara sıra sarsılan ambulansın içindekiler…
Doktor, ambulansın sarsıntılarıyla birlikte inip kalkan baygın bedene göz ucuyla bakıyordu. Bir ara iri mavi gözlerini, karşısındaki beden üzerinde yavaş yavaş kaydırdı ve az öncekinden çok daha büyük bir hızla sedye üzerinde sanki ölü gibi yatan genç adamın alnındaki tamponla örülü kurşun yarasına odakladı. Bu görüntüye -dakikalardır- en az yirmi kez tanık olmuştu ama, yine de yüzünü buruşturdu. Her bir buruşuk aynı acıma hissinin göstergesiydi.
Sonra yüz kaslarının ani devinimiyle buruşukları ve onlarla birlikte hislerini yok etti. Yanındaki hasta bakıcı kadına döndü. Beyaz önlüğünün azımsanmayacak bir bölümünü kaplayan kan lekeleri, daha çok da kocaman ağzının ele verdiği köpekdişleriyle adeta bir vampire benziyordu. Bu haliyle doktora, her zamankinden daha korkunç görünmüştü. Zaten doktor, bu kadını günahı kadar sevmezdi. Hatta ona fazla baktığı zaman neredeyse tüm kadınlardan nefret edesi gelirdi.
Doktor, nefretinin yine depreşmemesi için gözlerini onun görüntüsünden aldı. Hemen sonra hasta bakıcı kadının sesini duydu. Sesi, en az görüntüsü kadar iğrençti:
“Neden intihar etmiş acaba?”
Bu soruyu belki onuncu kez sormuştu. Doktor yine de cevaplamış olmak için konuştu:
“Henüz ölmedi. Şu halde intihar etmiş sayılmaz. Teşebbüs etmiş desek daha doğru olur.”
“Peki niye teşebbüs etmiş?” dedi öteki sırf soru sormak için.
Doktor bu yersiz soruya bilerek saçma bir yanıt verdi:
“Nirvana’ya ulaşmak istemiş olabilir.”
Kadın hiçbir şey anlamamıştı. Nirvana da neydi? Hem ne olursa olsun insan intihar ederse ona falan ulaşmaz, dosdoğru cehennemin dibini boylardı.
Üzerinde fazla durmadı. Bu kez daha anlamlı bir soru sordu:
“Ölmediğine göre kurşun beynine saplanmamış olsa gerek. Öyle mi?”
Doktor, az öncekinden daha ciddi bir ses tonuyla, “Evet. Alnının çatına ateş etmemiş. Biraz yana ateş ettiği için kurşun, kafatasını sıyırıp geçmiş” dedi.
Sonra her ikisi de sustu. Önceden sözleşmiş gibi yol boyunca konuşmadılar.
Ambulans hızla ilerlemeye devam ediyordu. Sanki bir pistte yarış halindeydi ve mehtap altında süren yarışta tek yarışçı da oydu.
Neden sonra yarış bitti. Ambulans ve siren sesi aniden durdu. Bu kez sedyeyi ameliyathaneye götürmekle yükümlü görevlilerin yarışı başladı. Ama onların yarışı çok daha kısa sürdü. Yaralı genci hemen ameliyata aldılar. Altı saat sürecek operasyon başlamıştı.
……………….
Zayıf, uzun boylu bir genç adam Sevgi Hastanesi’nin koridorunda hızlı adımlarla yürüyordu. Derin kaygılarını ele veren yüz ifadesinden, sadece kardeşinin yaşayıp yaşamadığını öğrenmek istediğini anlamak mümkündü. Şu an için başka hiçbir şey de onun umurunda değildi. Hatta kendi gibi telaşlı adımlarının etkisiyle ara sıra tosladığı insanlar bile…
Genç, gözüne ilk çarpan hizmetçi adama ameliyathanenin yerini sordu. Baston yutmuş gibi dimdik duran bu kemik torbası, en az bedeni kadar dik olan kolunu kaldırdı ve gözleriyle onun sorusuna yanıt verdi. Genç adam onun gözlerine değil, koluna baktı. İşaret ettiği yeri anlayınca da oraya doğru ilerlemeye başladı.
Ameliyathanenin kapısından yaşlı bir doktor çıkıyordu. Genç adam ona yaklaştı ve kendisinin farkına varıldığını anlayınca da ilk soruyu sordu:
“Yaşayacak mı doktor?”
Doktor onun kimi kastettiğini hemen anlamıştı. Kaz tıslamasına benzer bir ses çıkardı ve önce onun meraklı sorusuna cevap verdi:
“Evet yaşayacak.”
Sonra da kendi bir soru sordu:
“Sen neyi oluyorsun?”
“Ağabeyiyim.”
“Neyse ki kurşun beyne temas etmemiş. Şanslı sayılır. Fakat yine de bir sorun var.”
Genç adam bu sorunu merak etmişti. Sorunun ne olduğunu ona gözleriyle sordu. Doktor, bunu görmezlikten gelerek bir süre sustu. Kısa süren sessizliği yine kaz tıslamasını andıran ses bozdu:
“Bazı sinirler zarar görmüş. Sanıyorum kısmi bir bellek yitimine uğrayacak.”
Detaylı bir açıklama yapma gereği duymadı. Karşısındaki adama zarar gören sinirlerin adını söylese, kardeşine koydukları kısmi amnezi teşhisinden falan bahsetse ve hatta onun bundan sonra, intihar girişiminin yarattığı şokla bir moron gibi davranacağını söylese bütün bunların anlaşılmayacağını biliyordu. Zaten az önce söylediklerinin pek anlaşılmadığını da biliyordu.
Genç adam bunu doğrularcasına eşeledi:
“Nasıl yani? Uzun bir süre kendine gelemeyecek mi?”
“İyileşmesi çok sürmez. Fakat iyileştikten sonra, yaşadığı şokun etkisiyle
geçmişine dair birçok şeyi ve daha önceden tanıdığı çoğu kimseyi hatırlamayacak. Hatta belki kendi ismini bile…”
Doktorun sözleri genç adamın canını sıkmıştı. Bu can sıkıntısının etkisiyle hiç gereği yokken öksürdü. Genzini temizledikten sonra da konuşmaya başladı:
“Geçmişini hatırlayabileceği ortamlar sağlasak…”
“Bunun mutlaka faydası olur. Çünkü bahsettiğin ortamlar onun anlık, fakat etkili yeni şoklarla karşılaşmasına yol açar. Bu ise anımsamadığı şeylerin bilincine varmasını ve giderek onları hatırlamasını sağlar. Zaten bütünüyle korunmaya muhtaç biri olmayacak. Yaşadığı şok, onun zihinsel duyarlılığından çok şey götürmedi. Bazen hiç beklemeyen düzeyde çok zekice tepkiler geliştirebilir.”
Doktor son sözünü söylediğine inanmış olacak ki, daha fazla uzatmadı. Hemen sonra da genç adamı kendiyle başbaşa bıraktı. Genç adam bir sigara yaktı ve düşünmeye başladı. Bu düşünüş, kardeşinin olası intihar girişimi nedenlerini ayrımsamaya yönelikti. İlkin kardeşinin son dönemlerde iyiden iyiye egosantrikleştiğini anımsadı. Gerçi onun çok genelde pesimist olduğunu ve hemen bütün olumsuzlukların kendini bulduğuna inandığını biliyordu. Bunun, kardeşinin egosantrikleşmesi için yeterli gerekçe olup olmadığı sorgulanabilirdi ama, kötümser olmakta pek de haksız değildi. Çocukluktan gençliğe henüz adım attığı yıllarda sırasıyla önce annesini, sonra da babasını kaybetmişti. Bu bir tarafa, hiç haketmediği halde yaklaşık bir yılını kodeste geçirmişti. Sorumlu tutulana kadar haberdar bile olmadığı bir cinayetten yargılanmış, suçsuz olduğu anlaşıldıktan sonra da beraat etmişti. Tabii yargılama süresince on bir ay, yirmi iki gün cezaevinde kalmıştı. Talihsizliğini -yaşadığı başka her şeyden daha belirgin biçimde- gözler önüne seren bu olay, ona yargıdan ‘ceza alacaklı’ konuma gelmesi dışında hiçbir şey kazandırmamıştı. Doğrusu bu ceza alacağı da onun işine yaramazdı.
Özetle başına gelenler, hayattan nefret etmesine ve giderek bu nefretini insanlara yöneltmesine neden olmuştu. Ona göre, insanların hemen hepsi nankör, ya da en iyimser ifadeyle unutkandı. Çünkü ulaşabildiklerinin değerini yeterince bilmez ve çabuk unutur; ulaşılamaz olanı ise pek sever ve sık sık hatırlarlardı. Nesnel tarih ve hatta -daha da ileri gidilirse- tek tek öznel tarihler bile bunu doğrulayacak deneyimlerle doluydu. Gerçi nankörlük, ya da en azından unutkanlık, insanoğlunun diyalektik doğasının yadsınamaz bir gereğiydi. Bu gereklilik, her iki özelliği de anlaşılabilir(!) kılıyordu.
Fakat diğer taraftan insanların anlaşılamaz olan başka özellikleri vardı. Mesela düşünmeyi, hatta düşündüklerini konuşmayı başarır, ama iş her ikisini de eylemde somutlaştırmaya gelince daha önceki başarıyı gösteremezlerdi. Orta düzeyli bir zekanın çevresindeki olaylara üstünkörü bir bakışı bile bu yargıyı delillendirmek için yeterliydi.
Çünkü insanların hemen hepsi, planlarında en iyiyi kurguluyor, konuşmalarında yine en iyiyi dillendiriyor, fakat gerçekte planladıkları ve konuştukları üzerine hiçbir şey yapmıyorlardı. Planlanan ve konuşulanların birçoğunun eylemleşmek yerine, insanların zamanla olan rutin kavgasında yitip gittiği kabul edilse bile bu kez başka gerçekler, insanoğlunun eylemsizliğinin, daha doğrusu yetersiz eylemliliğinin varlığını kanıtlıyordu. Zamanla yarışmak mümkün değildi. İstenen ve dillendirilen birçok şey; zamanın acımasız etkisi, ya da tam tersi etkisizliğiyle eylemleşmeden yok olurdu. Şu halde bunu, doğanın genel geçer bir yasası olarak kabul etmek; istediğini ve dillendirdiğini eylemleştiremeyen insanları mahkum etmekten daha doğruya yakındı.
Zaten kimse insanlardan zamanla yarışmalarını beklemiyordu. Herkesin bu konuda yeterli bir hoşgörüsü vardı. Fakat bu hoşgörü, giderek ikiyüzlülük ve hatta yalancılık için emin bir sığınak niteliğine bürünüyordu. Bu aşamadan sonra ipin ucu büsbütün kaçıyor ve hemen herkes düşündükleriyle söylediklerinin azımsanacak bir kısmını bile yapmaz hale geliyordu. Bu, insanoğlunun; zaman bir tarafa, çok genelde kendiyle bile yarışamayacağını gözler önüne seriyordu.
Şimdi içerde, ameliyat masasında yatan kardeşi de son dönemlerde bütün bunları düşünmeye ve konuşmaya başlamıştı. Ama o, bir adım daha atmış ve düşünceleri ile konuşmalarının gerektirdiği biçimde kendince haklı bir eylemde de bulunmuştu. Zaten onun için şimdi ameliyat masasında yatıyor, kendisini de bu koridorda böylesine bekletiyordu.
Sönmek üzere olan sigarasındaki son alevlerin sıcaklığı ve daha çok da beyaz önlüklü bir kadının, “Sigaranızı söndürün” şeklindeki uyarısıyla düşüncelerinden sıyrıldı. Zaten çok değil, birkaç saniye sonra sönecek olan sigarasını kendi müdahalesiyle biraz daha erken söndürdü. Sigara içecek yer bulmak sorun değildi. Buradan başka birçok yerde sigara içebilirdi. Daha önemlisi bundan sonra sigara içmek için bol vakti olacağı gerçeğiydi. Çünkü kardeşinin iyileşmesi için tam on altı gün beklemesi gerekecekti.
………………
Aradan on altı gün geçti. İntihar girişiminde bulunan genç, uzun bir aradan sonra bugün ilk kez konuştu. İlkin hastabakıcıdan su istedi. Suyu falan biliyordu. Zaten doktor, iyileştikten sonra onun hiçbir şeyi anımsamayacağını söylememişti. Belleği fazla zorlamayacak eski bilgi ve deneyimlerin onun zihninde peşinen yeri olacaktı. Fakat belleği zorlayacak olanları anımsaması pek de kolay olmayacaktı.
Ağabeyi, sevindirici haberi duyar duymaz soluğu kardeşinin yanında aldı. Neredeyse kendi benliğini sevdiği ölçüde, sevgi duyduğu kardeşine -aslında içindeki derin acıyı dışa vuran- bir tebessümle baktı. Sonra ona adıyla değil, her zaman olduğu gibi lakabıyla on altı gün sonra yeniden hitap etti ve yine kendine özgü bir üslupla hal hatır sordu:
“Cono, ne iş?”
Cono, ağabeyine boş -ve bir o kadar da şaşkın- gözlerle baktı. Daha önce de sıklıkla karşılaştığı ağabeyi, neden kendine -hiç de yabancı olmadığı- bu garip sözlerle hitap etmişti? Sonra onu hiç bu kadar içten görmemişti. Sesine -en çok da yüzüne- yansıyan bu içtenliğin nedeni neydi? Daha da önemlisi burada ne işi vardı? Kendine ne olmuştu ki, tıpkı bir loğusa gibi bu yatağa yatırılmıştı? Bu sorulardan yalnızca üçüncüsünü ağabeyine sordu. Yanıt şaşkınlığını daha da artırdı: Sözde buraya bir trafik kazası geçirdiği için tedavi görmek üzere getirilmişti. Böyle bir kaza geçirmemişti. Bundan emindi. Fakat çok yakından duyduğu bir silah sesi sanki hala kulaklarında çınlıyordu.
Ağabeyi, onun bu şaşkınlığını ilk defa görünce doktorun söylediklerinin ciddiyetini daha iyi anladı. Birçok şeyi net olarak hatırlamıyordu. Bırak intihar girişimini, kendi lakabından bile bihaber gibi davranmıştı. Geçirdiği şoktan bahsetmek ve ona şu an kabul edemeyeceği gerçekleri dayatmak, onun zihnini daha da bulandırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Umarsız beklemek gerekiyordu.
Zamanın ne getireceği belli olmazdı. Kimbilir belki her şeyi -istenen şekilde- değiştirirdi. Zaten zamana direnmenin bir anlamı yoktu. O değil miydi, insanı kendine tutsak edip, özgürlüğün tadını çıkaran. Kendisi değişmediği halde -insan da dahil- her şeyi değiştiren…
Düşüncelerini geçici bir süre için zihninin kuytu ve emin bir köşesine yerleştirdikten sonra kardeşine bir kez daha baktı. Hemen ardından da süratli adımlarla odayı terketti. Şimdi ise onun taburcu edilmesi için beş gün bekleyecekti.
………………….
Aradan beş gün geçti. Cono, olan bitenlere ilişkin şaşkınlığını yeni yeni üzerinden atmaya başlamıştı. Gerçi başına neler geldiğini ve burada neden tutulduğunu hala ayrımsayamamıştı. Ama artık buna kulak asmıyordu. Ağabeyi ona, daha önce yaşadığı şoku bütünüyle anımsatmanın uğraşını veriyordu. O ise, kulaklarının dibinden sanki hiç gitmeyen şu silah sesinden başka doğru düzgün bir şey hatırlamıyordu. En çok şimdisinin, şu anının bilincindeydi. Bir de -geçen gün aynaya bakınca gördüğü- alnındaki kurşun yarasının… Başka birçok şeye dair sağlam bir bilince sahip değildi.
Galiba onun için en iyisi de buydu. Bilmemenin genel olarak bir çeşit mutluluk olduğu kabul edilebilirdi. Bu bir tarafa, onun öznel tarihinde önemli bir noktaya karşılık gelen intihar girişimini şimdilik bilmemesi, daha doğrusu anımsamaması -en kötümser yaklaşımla bile- bunun tersinden daha yeğdi. Çünkü o olayı bütünüyle hatırlaması, onun intihara bile teşebbüs etmesi için gerekçe olan acıları öncekinden daha şiddetli bir şekilde tekrar yaşamasından başka bir işe yaramayacaktı. Şu halde hiçbir şeyi sorun etmemek gerekiyordu. Zaten bu garip yerden de bugün ayrılacaktı. Nitekim şimdi onun hazırlıklarıyla meşguldü.
Cono, hazırlıklarını tamamlamak üzereyken ağabeyinin odaya girdiğini farketti. Birbirlerinin yüzlerine baktılar. Daha fazlasını yapmaya da niyetleri yok gibiydi. Sanki önceden anlaşmışçasına odadan birlikte çıkana kadar hiç konuşmadılar.
Neden sonra sessizliği ağabeyin tok sesinin tınısı böldü. Bu ses, sanki yıllardır konuşmadığı için -deyim yerindeyse- ses telleri iyiden iyiye paslanan bir ağızdan çıkıyordu:
“Bazı şeyleri hatırlamadığını biliyorum. Bunun tersi de, en azından şu an için mümkün görünmüyor.”
Cono, onun sözünü kesti:
“Bunu pek önemsemiyorum. Fakat kafamı kurcalayan iki şey var: Biri zaman zaman kulağımda çınlayan silah sesi, diğeriyse alnımdaki kurşun yarası.”
Ağabey, onun özellikle ilk söylediğine sevindi. Fakat yine de bu sevincini ses tonuna yansıtamıyordu:
“Güzel. Bence yapmamız -daha doğrusu senin yapman- gereken şey, sadece beklemek. Bazı şeyleri hatırlayabilmen için uygun ortamlar ve zamanlar gerekiyor.”
Öteki susuyordu. Sustuğuna göre onun söylediklerini onaylıyor olmalıydı. Çünkü susmak; ya hiç anlamamanın, ya da daha büyük bir olasılıkla anlayıp onaylamanın en pasif biçimiydi.
Ağabey, bu kez başlangıçta ilgisiz gibi görünen başka bir şey söyledi. Yeniden söze girerken onun vereceği tepkiyi çok merak ediyordu. Zaten ses tonu da bu merakını ele veriyordu:
“John Locke’u anımsar mısın bilmiyorum? O senin en çok öykündüğün düşünürlerin başında gelirdi.”
Cono, bunu gözleriyle bilinçsiz bir şekilde onayladı. Ağabey onun bu bilinçsiz davranışından cesaret alarak sözlerinin devamını getirdi:
“Locke’a göre, insan zihni başlangıçta düz bir levha (tabula rasa) ya da beyaz bir kağıttır. Bu levhayı veya kağıdı deneyler dolduracaktır. Senin zihnini de bazı kısımları dolu beyaz bir kağıt olarak kabul edelim. Boşlukları doldurmak gerekiyor.”
Bu sözler Cono’ya biraz ağır gelmişti. Suskunluğu, ağabeyinin söylediklerinin, kafasını karıştırdığını gösteriyordu. Ağabey bunu farkedince biraz ileri gittiğini anladı. Sonra nükteli sözlerle ortamı yumuşatayım derken bu kez daha da ileri gitti:
“Şu halde levha ya da kağıdın başlangıcına neyi yerleştireceğiz? Locke’un düşüncelerinin tamamını mı, yoksa şimdi daha çok işimize yarayacak başka bir şeyi mi?”
Cono hala susuyordu. Ağabey ipin ucunu bir kez daha kaçırdığını anlayınca kendini tutamadı ve kaba bir kahkaha patlattı. Daha sonra bu kahkahalarının etkisiyle öksürmeye başladı. Öksürmesi de geçtikten sonra genzini temizledi ve yere tükürüp konuşmaya başladı:
“Herhalde şu an en çok işimize yarayacak şey, döner. Sakarya’da Hosta Dönercisi var. Önceleri seninle sık sık oraya giderdik. Orada bir güzel karnımızı doyuralım istiyorsan.”
Cono buna direnmedi. Konuşmayı bırakıp hızlı adımlarla yürümeye başladılar. İlkin Karanfil Sokak boyunca ilerlediler. Sonra Kızılay’daki insan selini yararak çok yönlü bir kavşağı geçtiler. Ardından karınlarını doyuracakları dönerciye vardılar.
Yiyecekleri aldıktan sonra tekrar konuşmaya başladılar. Bu kez daha çok konuşan -ağabey değil- Cono’ydu. Duraksamazcasına soru soruyor, cevap alamayınca daha fazlasını soruyordu. En önemli sorusu şuydu:
“Hastaneye neden yatırıldım?”
Ağabey, ilkin bu soruya kulak asmadı. Ama Cono, ısrar edince umarsız konuşmak zorunda kaldı:
“Nasıl söylesem bilmiyorum. Bak! Geçmişteki kötümserliğin, sanıyorum senin…”
Sözünü yarıda kesti. Konuşmak istemediği her halinden belliydi. Fakat Cono’nun vazgeçmeye niyeti yoktu. Birisi nihayet geçirdiği şoka dair birşeyler söylemeye başlamıştı. Biraz daha eşelerse karşısındaki kişi hemen her şeyi anlatacaktı. Devamını getirmesi için ağabeyinin son cümlesini tekrarladı:
“Evet geçmişteki kötümserliğim, benim…”
Ağabey istemeye istemeye noktayı koydu:
“Kötümserliğin, senin intihara teşebbüs etmen için gerekçe oldu.”
Cono, işte bunu şimdilik anlayamazdı. Bilmediği bir yerdeki yirmi bir günlük garip serüveni ve hatırlamadığı birçok şey yetmezmiş gibi şimdi bir de intihar girişimi falan çıkmıştı. Şaşkınlığını üzerinden atar atmaz sordu:
“Nasıl yani? Ben mi intihar girişiminde bulundum?”
Ağabey bunu -yanlardan hafifçe basık olduğu için yumurtayı andıran- kafasını sallayarak onayladı. Cono bundan cesaret alarak yine sordu:
“Alnımdaki kurşun yarası bahsettiğin girişimin sonucu mu?”
Öteki bu soruya, “Evet. Tam üstüne bastın” cevabını verdi.
Cono ise mırıldanmaya başladı:
“Hatırlamıyorum ama anlıyorum. Kulağımda sık sık çınlayan o silah sesi…”
Sonra her ikisi de sustu. Çünkü en azından şu an için düşünmek, konuşmaktan daha iyiydi.
……………………..
Günler su gibi akıp gidiyordu. Hem Cono, hem de ağabeyi bu akışı gözlemlemekle kalmıyor, ona kendilerinden birşeyler katmak için olağanüstü çaba sarfediyorlardı. Bu çabalarının sonuç verip vermediği bir tarafa, zaman yavaş yavaş her ikisini, en çok da Cono’yu değiştirmeye başlamıştı. Gerçi eskiden olduğu gibi suskundu ama, kötümserliğini üzerinden attığı söylenebilirdi. Sanki hayata yeniden başlamıştı.
Cono artık eskisinden daha umut doluydu. Fakat yalnızca bu, Locke’un sözünü ettiği beyaz kağıdın istenen ölçüde doldurulmasına yetmiyordu. Bilinmeyen, daha doğrusu anımsanmayan birçok şey vardı ki, bunlar Cono’nun canını sıkmaya başlamıştı. Bazen kendini daha önce içinde hiç bulunmadığı bir dünyada gibi hissediyordu. Kendinden başka her şey -olması gerektiği biçimde- vardı. Ama kendi yoktu. Ya da daha doğrusu eksikleriyle vardı. Bu eksikler nasıl giderilirdi? Temel bilgilere sahip olmak yeter miydi? Ya bazı deneyimler? Sonra duygular… İnsan yeniden yaşamadığı duygulara nasıl anlam verebilirdi? Cono benliğini, iyi duygulardan büsbütün soyutlanmış gibi hissediyordu. Kendine sık sık sorular soruyordu. Hiç kuşkusuz bunu yaparken zihninde soru işaretleri oluşturan duyguları yaşasa bile bu soruların cevabını -tıpkı bütün insanlar gibi- bulamayacağını bilmiyordu.
Sevinç ve sevgi değil ama Cono, son zamanlarda nefret duygusunu belirgin biçimde yaşamaya başlamıştı. Ya da en azından o, bunun böyle olduğunu sanıyordu. Belki gerçekte bu nefret -yaşamadığını sandığı- diğer iki duygunun etkisiyle ortaya çıkmıştı.
Ne olursa olsun artık hemen her şeyden nefret eder hale gelmişti. Yeni insanlarla tanışmak, onları anlamaya çalışmak, hatta çoğu zaman yüzlerine ve davranışlarına yansımayan gerçek özyapılarını çıkarsamak falan onun umurunda değildi. O yalnızca bazı şeyleri, özellikle de yakın geçmişindeki şu intihar girişimini bütünüyle anımsamayı istiyordu. İyi de olsa, kötü de olsa öznel tarihinde önemli bir yeri olan bu noktayı…
Ağabeyi, son dönemlerde onun ruh halinin farkına varmış ve bunun etkisiyle davranışlarını daha yakından takip etmeye başlamıştı. Suskunluğu bir tarafa, eski kötümserliği yine başgöstermiş ve giderek onun davranışlarına yön verir olmuştu. Hele son birkaç gündür iyice hırçınlaşmıştı. Kendine hangi amaçla, ne söylenirse söylensin tahmin bile edilemeyecek tepkiler geliştiriyordu. Sanki gözünün önüne kırmızı perdeler çekilmiş bir boğa gibiydi ve etraftaki tek boğa da oydu. Bütün bunların etkisiyle artık neredeyse ağabeyi de ondan nefret eder hale gelmişti.
……………………..
Cono, bu akşam sakin görünüyordu. Gerçi şu anki sakinliğinin göstergesi olan suskunluğu iyiye işaret değildi. Sabahtan beri tek kelime etmemişti. Gün başladıktan bu yana ağabeyinin Cinnah Caddesi’ne bakan evinin penceresinden dışarıyı seyrediyordu. Az önce de -aylar evvel alnına ateş ettiği- toplu tabancayı eline almış ve onu öylece seyretmeye başlamıştı.
Sabahtan beri ona bir şey söylemeyen ağabeyi -sanki onun kötü birşeyler yapacağını sezmişçesine- konuştu:
“O tabancayla ne yapıyorsun. Yerine bırak.”
Cono kafasını yavaşça kaldırdı ve yüzünü hafif yana çevirerek ağabeyine baktı. Alnındaki kurşun iziyle acınası; kaşlarının çatıklığı ile alt dudağının kendine göre sol tarafını harekete geçiren gülümsemesinin karşıtlığıyla da acımasız görünüyordu. Ağabeyinin sözlerine, acınası halini değil, acımasız halini doğrularcasına karşılık verdi:
“Bu seni ilgilendirmez. Onunla ne istiyorsam onu yaparım.”
Ağabey işte şimdi kızmaya başlamıştı:
“Onu hemen yerine bırak.”
Cono, bu isteği alaycı sözlerle reddetti:
“Nasıl bırakabileceğimi öğretsene. Belki o zaman dediğini yaparım.”
Ağabey sinirden çıldırmak üzereydi. Ama bu sinirini ona değil, sımsıkı birbirine kenetlediği dişlerine yansıtmayı tercih etti. Sonra da odadan çıkıp gitti.
Cono ise ağabeyi gider gitmez yüzünü pencereden tarafa çevirmişti. Ara sıra geçen arabaların farlarıyla aydınlanan caddeye bakıyordu. Arabalar sanki hiç tükenmeyecek gibiydiler. Bir ara onları takip etmekten yorulduğunu hissetti ve gözlerini onlardan aldı. Kafasını kaldırırken karşı binadaki evlerden birinde gözüne çarpan görüntü onu epey şaşırttı. Evin büyük penceresinin perdeleri örtülmemişti. Bu garip değildi. Asıl garip olan bu pencerenin ardındaki görüntüydü. İlk bakışta sanki birbirinden ayırt edilemeyecekmiş gibi görünen iki çıplak beden ve bunlardan birindeki hareketlilik…
Cono gözlerini bu görüntüden almak yerine, onları daha da kısarak bakışlarını yoğunlaştırınca bedenlerden birinin; bir kadına, diğerininse erkeğe ait olduğunu ayrımsadı. Tabii bununla birlikte ne yaptıklarını da… Ağabeyi geçenlerde sırf şaka yapmak adına ona bundan ayrıntılarıyla bahsetmişti. O ise bu kadarını zaten bildiği için ağabeyinin sözlerinin üzerinde pek durmamış, sadece gülümsemekle yetinmişti. Onun sorunu bu değil, hayatını bütünüyle değiştiren o olayı hatırlamaktı. Hatırlamadıkça çok şeyden tiksinti duyuyordu.
Şimdi, şu an ise her şeyden nefret ediyordu. Artık bu nefretini kendiyle paylaşmaktan vazgeçmeli ve onu mümkün olduğunca kendinden uzaklaştırmalıydı. Bunun da en kolay yolu -her ne olursa olsun- bazı şeylere ve hatta insanlara zarar vermekti. Şimdi önünde böyle bir fırsat vardı. Bu fırsatı değerlendirecekti.
Elindeki tabancayı hızla kaldırdı ve namluyu karşıdaki evin penceresine odakladı. Hemen ardından tetiği çekti. Tabancadan çıkan tek kurşun takip edilemeyecek bir hızla ilerledi ve karşıdaki evin, perdesi açık odasını aydınlatan avizeyi ıskaladı.
Cono ilkin o bedenlere mi, yoksa avizeyi mi ateş ettiğini anlayamamıştı. Zaten bu önemli değildi. Onun için önemli olan silahı -hangi hedefe olursa olsun- ateşlemekti. Ama nedense kurşunun avizeyi ıskalaması onu daha da hırçınlaştırdı. Bu kez -hızını alamayarak- korkudan kaçışmaya başlayan bedenlerden birine ateş etti. Kurşunun rastgeldiği kadın bedeni, acının habercisi bir çığlığın ardından olduğu yere yığıldı.
Cono, her şey olup bittikten sonra artık oraya bakmaktan vazgeçti ve silahını kanepeye bıraktı. Hemen sonra da kurşun seslerini ve kadın çığlığını duyar duymaz odaya koşan ağabeyinin kapıda göründüğünü farketti. Ağabeyine şöyle bir baktı. Ağabeyi de ona…
Pişmanmış gibi görünmüyordu. Tam tersine yüz ifadesinden, yaptıklarından pek memnun olan insanların ruh hali içinde olduğunu anlamak mümkündü. Sonra kaşlarının çatıklığı ile alt dudağının sol tarafını harekete geçiren gülümsemesi daha da artmış; bu durum, ağabeyine, az öncekinden daha acımasız görünmesine yetmişti. Üstelik şu kanepeye besili hayvanlar gibi yayılması onun her zamankinden daha nefret edilesi bir görüntü oluşturmasına neden olmuştu.
Ağabey onun bu görüntüsüne -en çok da az önce yaptıklarına- dayanamadı ve hışımla kanepeye doğru ilerledi. Cono, kanepede besili bir hayvan rahatlığıyla oturmaya devam ediyordu. Bu rahatlığını, ağabeyinin kanepenin üstündeki silahı alarak kendine doğrulttuğunu farketmesinden sonra büsbütün yitirdi.
Şimdi sadece iki şeyi duyumsayabiliyordu: Karşısında olabildiğine kızgın duran adamın yüzünü ve alnına doğrultulan namlunun az önceki sıcaklığını…
Ağabeyin, aslında konuşmaya niyeti yok gibiydi. Fakat Cono, “Ne yapıyorsun?” deyince onun sorusuna cevap vermek zorunda kaldı. Belki tam tersine kendi de son kez birşeyler söylemek istiyor, ama istediklerini mümkün olduğunca gizlemeye çalışıyordu. Nitekim bunu doğrular şeyler söyledi:
“Daha önce kendini öldürebilseydin eminim bütün bunlar olmazdı. Artık başka insanları öldürebilecek kadar zararlı olmaya başladın.”
Cono, ağabeyinin sözlerine itirafçı bir zavallı gibi karşılık verdi:
“Bazı şeyleri anımsamamaktan nefret ediyorum. Çok acı çekiyorum. Acıyı hafifletmenin yolu nefreti dışarı vurmak. Ben de bunu yapıyorum.”
Ağabey onun bu karşılığını hiç beğenmemişti. Bu beğentisizliğini belli etmek için yüzünü buruşturdu. Sonra yine konuşmaya başladı:
“Bu halinle yaşamayı haketmiyorsun. Seni ben öldüreceğim.”
Son sözünü söyler söylemez silahını ateşledi. Cono, silahtan çıkan kurşun alnının çatına saplandıktan sonra vücudunun bütün dengesini kaybetti ve oturduğu kanepeye yığıldı kaldı. Ağabey, onun -az öncekinin tersine- artık cansız olan bedenine şöyle bir baktı. Bakışlarında pişmanlık olmasa bile acıma hissinin izlerini görmek mümkündü. Sonra gözlerini kardeşinin alnındaki taze kurşun yarasına sabitledi. Taze yara, eskisinden çok daha utanç verici görünüyordu. Ve aynı zamanda ağabeyin orada öylece ayakta duruşu da…
……………………
Ambulans yine bir Ankara gecesinde -bu kez sirenini çalmadan- şiddetli karanlığı yararak Sevgi Hastanesi’ne doğru ilerliyordu. Sanki etrafta, ambulansın içindeki Cono’dan başka herkes vardı. Doktor, ambulans olabildiğine yavaş gittiği için sarsılmayan durağan bedene dikkatle bakıyordu. Bir ara, iri mavi gözleri, sedye üzerinde yatan ölü gencin alnındaki açık kurşun yarasına takıldı. Hemen sonra da onun yan tarafındaki eski yaraya… Bu yaranın taze görüntüsüne aylar önce tanık olmuştu. Yüzünü buruşturmadı. Artık ne kurşun yaralarını önemsiyor, ne de karşısındaki ölü gence acıyordu. Gözlerini ölü gencin görüntüsünden aldı ve yan tarafında kendine şapşal şapşal bakan hasta bakıcı kadına döndü. Kadın, tertemiz beyaz önlüğüyle değilse bile, kocaman ağzının ele verdiği köpekdişleriyle yine iğrenç görünüyordu. Doktor, onun gözlerine bakınca garip sorular soracağını sezdi. Kadın bunu doğrularcasına ilk sorusunu sordu:
“Yine mi intihar girişiminde bulunmuş?”
Doktor işte bu soruya dayanamazdı. Kadına kızmıştı. Ama yine de bu kızgınlığını belli etmeyerek yanıt verdi:
“Hayır bu kez ne intihar, ne de girişimi sözkonusu. Ağabeyi -geçmişindeki intihar girişimini hatırlayamadığı için insanlara zarar vermeye başlayınca- onu vurmuş. O da, gördüğün gibi ölmüş.”
Kadın bu kez başka bir şey sordu:
“Peki şimdi Nirvana’ya ulaşacak mı?”
Bu soru doktorun çok hoşuna gitmişti. Sunturlu bir kahkaha attı. Bu kadının karşısında ilk kez, hem de kahkahalarla gülüyordu. Kahkahası biter bitmez derin bir nefes aldı ve onun sorusuna cevap verdi:
“Hayır. Artık böyle bir olasılık da yok.”
Sustular ve genç adamın durağan bedenine baktılar.
Neden sonra sessizliği yine hastabakıcı kadın bozdu:
“Aylar önce neden intihara kalkıştığı ve şimdi de ağabeyi onu vurmadan önce intihar girişimini hatırlayıp hatırlamadığı hiçbir zaman anlaşılamayacak.”
Kadının her zamankinden daha mantıklı konuşması doktorun ilgisini çekti. Ama bu ilgisini gizlemeye çalıştı ve “Zaten mutlaka her şeyin gizemli bir tarafı vardır” dedi alçak bir sesle.
“Evet. İşte yaşamın anlamı, ya da tam tersi anlamsızlığı…”