Melih Bayram Dede

DERGİBİ’NİN ÖYKÜSÜ

Ocak 1999’da yayınlanmaya başlanan Dergibi’nin öyküsünü kurucusu Melih Bayram Dede şöyle anlatıyor:

Takvimlerin 1998 yılı Aralık ayının son haftasını gösterdiği günlerde, internette bir edebiyat sitesi, benim tanımımla “Dergi gibi bir şey” çıkarmayı planlıyor ve bu “dergi gibi” şeye isim arıyordum. Bu konuyu, Mehmet Şeker’e açtığımda, şöyle dediğimi hatırlıyorum: “İnternette dergi gibi bir şey çıkarmayı düşünüyorum. Ama öncelikle bir isim bulmamız gerek!”.

Böyle bir girişten sonra Mehmet Şeker’den cevap geldi:

“Adı Dergibi olsun!”

Bu çok güzel bir isimdi. Hemen kabul ettim.

Şimdi zaman zaman düşündüğümde, “Dergibi” adının ne kadar isabetli bir karar olduğunu tekrar anlıyorum.

İşte Dergibi böyle doğdu. Türkiye internetinde ilklerden oluşu nedeniyle büyük ilgi gördü. Basında, özellikle de gazetelerin kültür sayfalarında haber oldu. Televizyonların internet programlarında yer verildi.

İlk etapta basılı dergilerde ürün yayınlayan dostlarımız, internette yayınlanan bir dergiye ürün vermekte çekingen davrandılar. İnternet onlara göre, yeni ve yabancıydı. Bir görüşe göre de, “suya yazılan yazı”dan farksızdı. Bu ve bunun gibi nedenlerden ötürü gereksiz de olsa, “İnternette edebiyat olur mu?” tartışmalarına şahit olduk. Zaman zaman bu tartışmalara Dergibi’den biz de katıldık.

Daha sonraları, internette edebiyata soğuk bakanların da, ürünlerini internette yayınlanan ve Dergibi’yi model alarak oluşturulan sitelerde yayınladıklarını gördük, mutlu olduk.

Aradan geçen yıllarda ise, büyük mesafe katedildi. Yeni edebiyat siteleri açıldı. Bunların kimi e-dergi, kimi ise edebiyat arşivi niteliğindeydi. Dergi formatında siteler kadar arşiv niteliğinde sitelere de ihtiyaç var kuşkusuz. Yine de biz şiir ve şair özgeçmişi arşivleyen sitelerden çok, yeni ürünler yayınlayan “dergi” formatında yayın yapan sitelerin sayısının artmasını tercih ediyoruz. Böylelikle, edebiyatta bir okul görevi gören basılı dergilerin misyonuna sahip sitelerin varolması sağlanabilir.

Ürün yayınlayan bir site olan Dergibi, yeni bir döneme girdi. Dergibi’nin bundan sonraki gelişimini/öyküsünü yaşayarak, birlikte göreceğiz.

EDİTÖRLER

Ali Ömer akbulut: aliomerak@gmail.com
Cahid Efgan Akgül: cahidefgan@gmail.com
Yunus Nadir Eraslan: yunusnadir@gmail.com

Bize Yazın

Çok Okunanlar

  • All Post
  • Adem Ağacı
  • Alıntı
  • Anlatı
  • Ara-lık
  • Beyaz haber
  • Buhara'dan Gelen Adam
  • Çay Molası
  • Çevgan
  • Çeviri şiir
  • Çocuk
  • Çöl Vaazları
  • Değini
  • Deneme
  • Dergi
  • Eleştiri
  • Genel
  • Gezi-Anı
  • Göz-lük
  • Günlük
  • Haber
  • Haiku
  • Hayatı Hakikiyye Sahneleri
  • Kitap
  • Kısa Kısa Söyleşi
  • Kusurlu Yazılar
  • Mavi Kalem
  • Mürekkep Lekesi
  • Öykü
  • Öykü Mahzeni
  • Röportaj
  • Şiir
  • Sinema
  • Söz Misali
  • Üryan Soruşturma
  • Üryan Söylenişler
  • Yazıyorum Öyleyse Varım
Edit Template

Sokak Sesleri

Çarşafçi geldi hanııım!

Beylerini işe, sabahçı çocuklarını okula çoktan uğurlamış kadınların hatıra ve hayallerinin birbirine karıştığı türküleri, şarkıları mırıldana mırıldana günlük işlerine daldığı vakitler…

Güneş, baharla birlikte neş’eyle yeşermiş yapraklarını tatlı tatlı esen hafif bir rüzgârla eğlendiren ağaçların arasından geçerek ulaşırdı tahta perdelere varıncaya kadar uzayan çiçek dolu bahçeye…

Öğlenci çocuklar sedir üzerlerinde veya yere yüzükoyun uzanmış bir halde sessizce ödevlerini, derslerini yapadursun… Saatin tiktakları zamanı ve bahçeden gelen yaprak hışırtıları hayatı duyururken derinden derine, rüzgâr; tülleri hafifçe dalgalandırıp içeriye sızarak bahçenin artık iyice serpilmiş çiçeklerinin ıtırlarından derlediği bir terkibi, o tanıdık bildik bahar rayihâsını, evlerin güvenli iklimine bir armağan olarak odalara, sofalara usulcacık bırakıverir ve yine usulcacık çıkıverirdi açık kapılardan, pencerelerden… Bütün bir sokak tâ akşam iyice çökünceye kadar bir daha böyle huzurlu bir sakinliği asla göremeyecektir… Bu sukûna ara ara, yıkanmış taşlıklarda gezinen bir iki takunya tıkırtısı, uğul uğul uzayan bir ninni, mutfaklarda durulanan kap kacak tıngırtısı, uzaktan uzağa radyodan yükselen gurbet kokulu bir türkü, bahçede civcivleriyle eşelenecek bir yer arayan anaç tavuğun çıkardığı gurultulu sesler karışır ve bir müddet sonra herşey yine o eski sükûna gömülürdü. Bütün evlerde süren bu tatlı sukûnet sokağın başında duyulan bir ünlemeyle bozulurdu.

“Çarşafçi geldi hanııım!”

Tamı tamına böyle derdi. Çarşafçı demez, “Çarşafçi” derdi. “Masa örtülerim, iğne oyalarım, dantellerim, çarşaflarım var! Çarşafçi geldi hanııım!”

Kader, Pembe, Nemika, Gülizâr gibi isimler taşıyan bu çingene kadınları, dünyanın bütün coğrafyalarından esrarlı birşeyler taşıyan ırkına mahsus o hür ve geniş, fakat hâkim ve üstelik pervâsız tavır ve salınışlarıyla koca mahalleye böyle birdenbire ve rengârenk düşerlerdi.

Sırtlarında büyük bir bohça, renkli renkli birçok yalancı bilezik dolu kolları dirseklere kadar sıvalı, güllü dallı desenleri olan geniş şalvarları, insana hep bir aykırılık hissi veren sarılı, mavili, kırmızılı elbiseleri ve parlak renkli plastik ayakkabılarıyla; en önemlisi, ağızlarındaki altın dişleriyle, parmaklarındaki garip yüzükler ve boyunlarındaki acaib takılarla, kulaklarında sallanıp duran, iri olduğu kadar tuhaf küpeleriyle masallardan efsanelerden çıkıp gelivermiş gibiydiler. Ne kadar da alışık olduğumuz bir ünlemeydi onlarınki…

“Çarşafçi geldi hanııım!”

Bu ünlemeleri çok geçmeden tesirini gösterir ve evlerde ne kadar kadın kız varsa hepsini sokağa dökerdi. Merakla ellerindeki işi yarım bırakıp başındaki tülbenti, başörtüsünü örtemeye çalışarak, çarşafçı kadının çevresini sarıverirdi mahallenin bütün kadını kızı.

Çarşafçı kadın bu ilgiden ziyadesiyle memnun güleç bir yüzle sırtından bohçasını zorlanarak indirir ve bir yer bulup otururdu. Bu ekserî bir ağaç gölgesi veya tahta perdenin gölgelikli bölümü olurdu ya da bir avlunun serin taşlığı. Oturur oturmaz da “Sovukça bir ayrancınız da mı yok kız karılar!.. Âzcım nasıl kurumuş baksanıza! Veresiniz bari bir bardacık sovuk su!” der bir yandan da bohçasını açardı. Titiz hanımlar bu çarşafçı kadınlara su verdikleri bardağı daha sonra defalarca yıkayacaktır. Çarşafçı kadın alışık hareketlerle bohçasındaki iğne oyalarını, yatak çarşaflarını, dantelâları çıkarıp çıkarıp yere sererdi. Gelen suyu içtikten sonra uçkurundan çıkardığı mendiliyle terini bir güzel siler, sonra sokağın kadınlarıyla aralarında bir konuşma başlardı. Etrafındaki kadınlar bu enva-ı çeşit mal hakkında birçok soru sorar o da onlara cevaplar yetiştirirdi.

Laflarını hiç esirgemeden söyleyiveren bu çingene kadınları; garip ve biraz korkulu bir şekilde kendisini izleyen gözlerin bilincinde bu ayrıcalıklarından müthiş bir zevk alıyormuş gibi konuşurlardı. İşlerine gelmeyen bir kelâm duyduklarında o sözü söyleyeni utandıracak ayıplı laflar etmekten de hiç çekinmezlerdi.

Bu çarşafçı kadının yanında kızı veya gelini de olurdu bazen. Onlar da söze karışır ve mallarını överlerdi. Çarşafçı kadın çok geçmeden şalvarının uçkurundan irice bir çıkın çıkarır ve oradan sigara paketini alarak bir sigara yakardı. Uçkurunda taşıdığı bu irice çıkın içinde neler olmazdı ki?… Bu irice çıkın sanki ayrı bir bohçaydı. Sakız, sigara kağıdı, balon, iğne iplik, balmumu, yüzük, küpe ve benzeri takılar, içinde ne olduğunu hiç bir zaman öğrenemediğimiz daha başka küçük küçük çıkınlar.

Eğer birşeyler satmışsa keyiflenir yemek hatta kahve istediği bile olurdu. Batıl itikatlı kadınlardan bazıları bohçacı kadın kahve isteyince “Fal bakarsan yaparım!” diyerek bu oltaya düşer, bunun üzerine çarşafçı kadın başını kaldırıp kurnaz ve dikkatli dikkatli bakar, yüzünde hain ve esrarengiz gülücükler gezinirdi. Büyük bir memnuniyetle dudaklarını şaplatarak “Ben kavesiz de bakarım falcazına ama mâdem kave falı istersin, olur. Gene angi gizli saklıya meraklanırsın anlatırım bir bir !” derdi. Câna minnet köpüklü bir kahve gelir, bohçacı kadın sigara eşliğinde ağır ağır kahvesini yudumlar, kahve fincanını ters kapayıp bir kenara koyarak soğumasını beklerdi. Bu arada kadınların bitmek bilmeyen sorularına cevaplar yetiştirir, üç beş birşey daha satmaya çalışırdı.

Ticaret kısmı bittikten sonra mahallenin karısına kızına bir dertleri olup olmadığını sorar ve bu çıkından bazı otlar ve eczalar çıkarıp gösterirdi. Gece altını ıslatan çocuklara, karnında kan çıbanı çıkmış bebelere, ekzama’ya varıncaya kadar çeşitli dertlere deva ilaçlar yapabileceğinden sözederdi. Fal baktıracak kadının huzursuzlanmalarına aldırış etmez nihayetinde onun da gönlünü yapar, falına bakardı. Hamile kadınlara takılıp onları utandarmadan edemez, çocuğu olmayanları sorar, eğer böyle biri varsa onları bir köşeye çekip fısıltıyla birşeyler anlatır dururdu. Böylesi bir hastalık veya büyü gibi işleri olan kadınlar da fırsat kollar bu ilginç kadına yanaşmaya çalışırlardı.

İşleri bitince de bohçalarını toplamaya başlar, haftaya gene geleceğini söyler, kadınların istediği birşey olup olmadığını sorar ve getirdiği gürültüyü ve canlılığı bırakıp sokağın sukûnetini de kaşla göz arasında bohçasına tıkıştırarak bir başka sokağa doğru yönelirlerdi.

Sokağın kadını kızı konuşa konuşa evlerine giderdi ama bohçacı kadının götürdüğü bu sükûnetin farkına hiç varmazlardı.

Yoooort!

Yaptığı ticaretin memnuniyetinden yüzünde kurnaz gülücüklerle yürüyen çarşafçı çingene kadın, sokak başında, omuzundaki suağacına asılı yoğurt tablaları ile sokağa henüz giren yoğurtçuyla karşılaşır ve bu yeni gürültücüye nedense alaylı ve küçümseyici bir bakış fırlatmadan edemez. Her ne kadar suağacına yoğurt tablaları asılıysa da; bana, güneşin artık kendini iyiden iyiye hissettirdiği bu saatlerde başını önüne eğmiş ve elindeki çanı uzun uzun çaldıktan sonra “Yooort!” diye bağıran yoğurtçu suağacına asılmış* gibi gelirdi asıl. Kasketli başını önüne eğdiğinden ne boncuk boncuk terlemiş alnının çizgilerini ne de yüzündeki ifadeyi seçebilirdiniz. Görünen sadece birkaç günlük sakalının terle parladığı çenesi ve eprimiş kasketidir. O bu halini hiç değiştirmeden yürür ve arada bir elindeki çanı çalıp çalıp “Yooort!” diye bağırır. Bu öğleye yakın saatlerde ancak kendisine seslenen olursa durur ve usul usul tablalarını yere indirir, yoksa geldiği gibi gider. Şaşılası bir şeydir ama bu yoğurtçular her ne hikmetse hep orta yaşın üzerinde olur. Bırakın 20 ile 30 yaş arasını 30 ile 40 yaşı arasında bir yoğurtçu arasanız dahi bulamazsınız.

Yoğurtçu tablalarını yere koyar koymaz, önlüğünün kuşağında sarkıp duran mendiliyle terini bir güzel kurular ve kederli bakışlarla müşterisinin gelmesini beklerdi. Tablaların birisinde araları çıtalarla ayrılmış yoğurt dolu tepsiler, diğerinde de terazi, kilo ve gramlar, çan, kürek kutusu ve kürek, dara almak için bulunan küçük taşlar ve boş yoğurt tepsileri ve çıtalar olurdu. Elindeki kabla gelen müşteri illa şu suali yöneltirdi, “Taze mi?”. Yoğurtçu bu anlamsız soruya hayıflandığını belli ederek çabuk çabuk “Taze taze!” der, müşterisi de “Şu kadar ver o zaman!” diye istediği miktarı belirtirdi. Yoğurtçu kabı sessizce alıp terazisinin bir kefesine koyarak darasını aldıktan sonra yoğurt tepsisinin üzerindeki tahta kapağı kaldırıp yoğurt tepsisinden gümüşî parıldamalarla yanan küçük küreğiyle ince ince bölümler keser ve tabağı doldururdu.

Kaymak kısmından istemeyeni olduğu gibi yoğurdu fazla sulu bulup onun için bakkaldan alacağını söyleyenler veya yoğurdun yanık koktuğu gibi bahaneler ileri sürüp yoğurtçuyu kızdıran kadınlar da yok değildi. Ama her halükârda yoğurtçu alttan alır, müşterinin daima haklı olacağı fikrinden ziyade aynı mahallenin insanları olmanın getirdiği hukukla bu huysuzluklara karşı fazla ses çıkarmazdı.

O işini yaparken daha doğrusu yoğurt tepsisinin üzeri açıkken saka yaklaşıyorsa yoğurtlar tozlanmasın diye tepsilerin üzerini derhal kapatır ve sakanın geçmesini beklerdi. Eşeğinin arkasında yürüyen saka “Hayırlı işler, kolay gelsin!” gibisinden birşey söyleyip geçer giderdi.

Yoğurtçu tam sokağı terkedecekken yeni bir müşteri seslenirse yoğurtçu gecikmiş addettiği bu çağrı karşısında, tablalarını biraz keyifsizce ama, yine de “Ne yaparsın ekmek parası” düşüncesiyle tekrar yere bırakır ve müşterisinin biran önce gelmesini beklerdi, yoksa geldiği gibi suağacına asılarak sokağı saka ve eşeğinin gürültüsüne terkederdi.

Sakalar

Sokak çeşmelerinin tarihe karışmasıyla birlikte hayatımızdan çekilen bu sakalar sokak gürültücülerinin herhalde en sessizleridir. Zira işleri gürültü için pek elverişli değildir. Onlar sokak çeşmelerinden doldurduğu tenekeleri eşeğine yükleyip suyu ısmarlayan eve götürür, hepsi o kadar.. Eşeğinin arkasında sigarasını tüttüre tüttüre yavaş yavaş girdiği sokakta bağırmasına gerek de yoktur. Onun sokaktaki bütün gürültüsü arada bir eşeğine “Deeh!” veya “Çüşş!” diye seslenmesinden, çok nadir olarak da “Saka geldi, su geldi.” şeklinde, o da su ihtiyacı olan evlere duyurmak için hafifçe bağırmasından ibarettir. Buna eşeğinin tozlu yollara vuran ayak sesleri ve eşeğin sırtındaki su dolu tenekelerden gelen gürültüleri ekleyebilirsiniz ancak. Bu seslerle onun sokağa girdiğini anlayan evlerden bir ikisi “Bize iki teneke. Bana dört teneke!” diye ihtiyacını söyler. Fazla su ihtiyacı olan “Bana dört teneke, bir de ikindiye yakın getirirsin!” der.

Sakaların önceleri, sokak çeşmelerinde kimsenin itiraz etmediği bir üstünlüğü vardı, ama daha sonraları bu hakimiyetleri bizzat kadınlar tarafından yıkıldı ve sokak çeşmesinin başında onlar da sıraya girmek mecburiyetinde bırakıldı. Sokak çeşmelerinden doldurdukları takriben 20 -25 litrelik tenekeleri pırıl pırıldı.**

Bu tenekelerin üst taraflarında iri bir kulpu olur, bir de kapaklı ağzı. Bu kapakla zaman zaman çeşmenin başına gelen, oyun oynarken susuzluktan içi yanmış çocuklara su verir ve çocuklar bundan epey bir keyif alırdı. Bu tenekelerin eşeğin semeri üzerinde tahtadan kasaları vardı. Bunlar tenekelerin düşmemesi için biraz eğimli yapılmıştır. Bu kasaların açık yanlarından bir tarafına da bir zincir, kalın bir çamaşır ipi veya kalın, sağlam ve enli bir lastik raptedili olurdu. Bu zincir veya çamaşır ipinin boş kalan uçları tenekeler kasaya yerleştirildikten sonra önden arkaya veya arkadan öne doğru kancasının yuvasına takılır ve böylelikle tenekeler düşmekten korunurdu.

Sakanın tenekeleri kasasına koyması biraz zahmetliceydi Tenekeler dolunca eşeğini yaklaştırır ve önce bir tanesini kasasına koyar, bu yükten dolayı eşeğin dengesi birazcık bozulur, saka hemen zincir veya ipin kancasını yuvasına geçirir, sonra başka bir tenekeyi öbür tarafa yerleştirirdi. İkinci tenekeleri koymak ilkinden biraz daha zordu. Tenekelerden ikincisi kasaya yerleşince denge iyice bozulur bunun için saka bir eliyle bir tenekesi konmamış diğer kasayı dengeyi sağlamak için aşağıya bastırır öbür eliyle de tenekeyi kasaya koyardı. Zaman zaman ufak tefek kazalar da olurdu. Eşek bu yükleme esnasında huysuzluk yapıp tenekenin veya sakanın düşmesine sebep olabilirdi. Sakalardan bazılarının öfkelenip eşeğini, ahalinin bütün karşı çıkmalarına rağmen dövdüğü ve hayvancığı acı acı anırttığı da olurdu ama böyle bir olayla sık sık karşılanmazdı çok şükür.

Sakaların getirdiği sular evlerde kova, küp, kazan ve bakır da denilen bakraçlara konulurdu. Küp veya diğer kaplar dolu olur da sakanın getirdiği suyu koyacak kap bulunmadığı zamanlar, evin kadını sakaya “Bu kadar erken gelinir mi?” diye söylenmeye başlar, ama yine de ne yapar ne eder sakanın getirdiği suyu almaya bakardı. Komşuluğun kıymeti böyle durumlarda daha iyi ortaya çıkar, yakın komşulardan yedek kova ve kazanlar istenirdi. Tenekesi 25- 30 kuruş gibi bir paraya alınan bu sularla ev yıkanır paklanır ve su ile ilgili diğer bütün işleri görülürdü. Elbette ki su ihtiyacı sadece sakalarla giderilmezdi, evin kadınları ve yetişkin kızları evin günlük suyunu kovalarla taşırdı. Bazen az bir su gerekiyorsa bu görev evin çocuklarına verilir, fakat çocuklar çoğu kere su taşırken suyu unuturak oyuna dalar, annesi veya ablası tarafından yakalanıp azar üstüne azar işitirdi. Sakalara daha çok çamaşır günlerinde veya acil durumlarda başvurulurdu.

Eskiciler

Sokağın bozulan sukûnetinin en tuhaf gürültücüleri bana göre nedense hep eskiciler olmuştur. Eskiciler bir türlü akıl sır erdiremediğim bir iş yapıyorlardı benim için ve çeşit çeşittiler. Bu işe yaramaz eşyaları alıp ne yaparlar ne ederler diye düşünür işin içinden bir türlü çıkamazdım. Bu eskileri ne yaptıklarını sorduğumda bana söylenen “Satıyorlar!” cevabı da aklıma bir türlü yatmazdı. Kim, niye alırdı o eskileri anlamıyordum. Ama eskiciler günün olur olmaz her saatinde çıkıp gelebilirlerdi ve hiç biri birbirine benzemezdi. Kimisi çingene, kimi doğulu, kimisi güneyli, kimi ortaanadolulu…

Birisi eski elbiseleri alıyorsa, diğeri; kapkacak, tamiri mümkün olmayan lambalı veya transistörlü radyo, bozuk saat, artık kullanılmayan mangal, akü, hasarlı kömür ütüsü gibi ev aletleri alır. Birisinin torbası varsa, diğerinin tahta el arabası vardır. Birisi aldığı eski elbiseler karşılığında eğer müşterisi naylon sepet, leğen, sele, sürahi, maşraba, ibrik gibi birşey istiyorsa onu, eğer para istyorsa uygun gördüğü parayı verir, diğeri; az ama mutlaka para… Eski elbiseler karşılığında naylon ev eşyaları veren eskicilerin yükleri ne kadar garipti. Geniş bir naylon sele veya büyükçe bir leğenin içine tıkış tıkış doldurulmuş bu naylon eşyaları eskici sadece bir ip maharetiyle taşırdı.

Elbise alan eskici verilen eski elbiseyi elinde evirir çevirir, astarına, ceplerine uzun uzun bakar ve müşterisine naylon bir eşya teklif eder. Bu teklif umumiyetle kabul edilmez ve hemen her zaman daha büyücek bir eşya söylenirdi. Ama mutlaka bir hal yolu bulunurdu. Eski paltolar, havı çıkmış ceket ve pantolonlar, dirsekleri ve yenleri yıpranmış kışlık kazaklar, yırtık sökük yelekler, yamalı mintanlar, ama nedense hep adam ve erkek çocuklarının eskileri – nadiren bir kadın mantosu -, eskicinin torbasında toplanır, karşılığında üç beş kuruş veya evin ihtiyacı olan naylon bir eşya alınırdı. Bazı zaman bir miktar para veya bir evrak umulmadık bir biçimde o eski elbiselerin ceplerinden astarlarından düşüverir ve elbise sahibi hemen o elbiseyi alarak iyice gözden geçirirdi. O zamanki aklımla kimselerin giyeceğini tahmin etmediğim bu elbiselerin bit pazarlarında alıcıları olduğunu daha sonraları öğrenecektim.

Eski ev aletleri alan ise isteksiz bir şekilde kendisine getirilen eşyayı incelemeye tâbî tutar ve bir fiat verirdi. Getirilen eşyayı alamayacağını söylediği de olurdu. Aldığı eşyayı ücretini ödedikten sonra üzerinde bir sürü eski eşya olan tahta el arabasına atar ve “Eskiler alıyom, eski-ciii!” diye diye yoluna devam ederdi.

Tatlı belâlar…

Sokak sukûnetini bir kere yitirdi ya, artık ona rahat yüzü yoktur. Bu eskiciden hemen sonra sokağı öğle üzeri okuldan dönen sabahçı çocukların gürültüleri alırdı aniden. Bir koşuşturma, bir gürültü, bir bağırış sormayın!.. Masum ve çın çın çığlıklar, birbirine seslenmeler, hür ve engin ve temiz kahkahalar sokağı bir çocuk hakmiyetine sokarak hazırlardı öğle sonrasına…

Bu seslerle sokağa sihirli birşeyler olur, evler de bu çığlıklara, bu seslenişlere, bu kahkahalara uyarak gürültüyü daha da çoğaltırdı. Bahçe kapılarından “Anne!..” diye meleyen ana kuzularına anneleri karşılık verir, yaka ilikleri sökülmüş, önlüğü kirlenmiş çocuklar “Yine mi batırdın üstünü” diye bir güzel haşlanır, “İmtihandan 5 aldım anne!” diyen çocuklara aferinler çekilir ve daha eve girmeden yolda bir oyun tutturan yaramazlara “Çabuk eve!” diye bağırılır, bu gürültü uzar da uzardı.

Kadınlar bir yandan okula gidecek kız çocuklarının saçlarını tararlarken bir yandan da eve gelir gelmez sokağa çıkmak isteyen erkek çocuklarına; yemeğe oturulacağını bu yüzden de bir koşu bakkala gidip ekmek ve tuz alması gerektiğini hatırlatır. Bu arada bir komşu kızı gelerek bir bardak zeytinyağı veya makas ister, bakkala gönderilen çocuk bakkaldan veya bir başka yerden istediği bir şeyi almak için anasından ısrarla ve bıktırıcı ağlamalarla izin ve para ister, bu sesler bütün bir sokakta birbirine karışır, derken bir de misafir çıkagelirse tam bir hengâme yaşanırdı. Kadıncağızın telâştan etekleri tutuşur, gelen misafiri karşılayayım derken, kızının saçlarını taramayı, saçlarını taramışsa kurdelasını takmayı unutur, halâ mızmızlanan çocuğuna sinirlendiğini belli etmeden bakkaldan alınacaklara ilaveler yapıp çocuğa ancak onun duyabileceği bir sesle “Misafirler gitsin de sorarım ben sana!” yollu tehditler savurarak bir an önce gidip gelmesini tenbih eder, çantasını alıp okulun yolunu tutan kız çocuğu sokakta, bir hiç yüzünden kavga eden erkek çocuklarının ailelerine bir koşu haber verir, çocukların anneleri hışımla sokağa çıkıp çocuklarını ayırarak eve sokarken azarlar, bir iki şaplak indirmeden edemez, ağlamaya başlayan çocuk anasını daha kızdırır ve “Sen iyi bir köteği hakettin artık!” diye hiddetlenen annesinden dört başı mamur temiz bir dayak yerdi.

Bu canlılık sürüp giderken sokak birden hamile gelinin sancısı tuttuğu ve ebenin çağrıldığı haberiyle çalkalanır ve iş güç unutularak misafir de dahil bütün bir sokak o eve akardı. Bu koşuşturma bu telâş içinde, ipe serili çamaşırların sırığı devrilir ve yere düşen çamaşırlar çarçabuk toplanarak tekrar leğene atılır, ocaklar söndürülür, okula gidecekler hemen gönderilir, kapılar açık unutulur ve bütün mahalle dünyaya yeni gelecek bebek için seferber olurdu. İşin ehli kadınlar hemen kolları sıvar ve gerekli bütün tedarik görülürdü. Fırsat bu fırsat diyen çocuklar bu hengâmede azabildikleri kadar azar, sadece sokağın değil evlerin de altını üstüne getirirdi. Neden sonra ebenin olduğu evden neşeli konuşmalar yükselir ve “Allah hayırlı ömürler versin! Allah analı babalı büyütsün!” gibi dualar edile edile evlere ağır ağır dağılınır ve yarım kalan ne varsa çabucak tamamlanmaya çalışılırdı. Bebeğin doğduğu eve gidip gelmelerin ardı arkası kesilmez ama sokak çok geçici bir süre sessizliğe bürünürdü.

Sokağa çöken bu sessizlik hiç kimseyi aldatmasın, bahar mevsiminin en canlı dönemidir ve birazdan sokak bir başka gürültücü ile yeniden hareketlenecektir.

“Dut ye bal ye!”

Bahar zamanı dedik ya! Dutçuların gelmediği bir sokak ne işe yarar Allahaşkına… Tamam! Dut ağaçları olan semtler var ama siz dutçu olsanız oralara mı giderdiniz? Elbette ki duttan henüz yeterince nasiplenmemiş, daha doğrusu dut ağacı olmayan bir semt bulurdunuz değil mi? Dutçular da öyle yapardı. Tiz bir şekilde arka arkaya tam iki defa “Dut ye bal ye! Dut ye bal ye!” diye bağırırdı. Bir tarafında kara bir tarafında beyaz dut dolu veya sadece beyaz dut dolu sele biri önde diğeri arkada mintanlarının kolları dirseklere kadar sıvalı iki kişi tarafından taşınırdı. Altına her ikisinin de tutacağı kollar çakılı seleyi taşıyan bu dutçular sokakta öyle uzun süreli kalmazlar. Aceleleri varmış gibi çabuk çabuk girer ve çıkarlardı dutçular. Aynı balıkçı seleleri gibi bir seleydi bu yuvarlak dut selesi. Etrafının yarısından biraz fazlası ince tahta ile çevriliydi. Onlar da balıkçı seleleri gibi mavi veya kırmızı boyalıydı. Bu selelerinin üzerine renkli bir muşamba serilir ve selenin etrafına dizdikleri geniş incir yapraklarının – niye incir yaprakları serili olduğunu da hiç bir zaman anlayamadık ya – çevrelediği alanda tepeleme dutlar dolu olurdu. Dutçu sokağa girince her satıcının etrafını saran çocuk kalabalığı onların da etrafını sarardı.

Alıcısı çıktığında sele varsa yüksekçe bir yere itina ile bırakılır, eğer alıcı tabak veya sahan getirmemişse kese kağıdına dar ve uzun bir kürekle özene bezene dutlar doldurulurdu. Dut narin bir meyvadır, dutçu o yüzden özene bezene, adeta incitmemeye çalışarak doldururdu kese kağıdını. İşleri biter bitmez de yine o eski aceleci tavırlarıyla ama mutlaka “Dut ye bal ye! Dut ye bal ye!” diye bağırarak çekilirlerdi. Kim bilir? Belki hâlâ bir yerlerde selelerini taşıyarak “Dut ye bal ye! Dut ye bal ye!” bağırıyor ve müşterilerini arıyorlardır. Siz seslerini duyuyor musunuz?

*Yoğurtçunun suağacına asılmış olduğu fikrinin hafızama ve hatıralarıma nereden sinmiş olduğu üzerine düşündüğümde neler buluyorum neler… Tâ dizlerine kadar uzayan önlüğünün ve sattığı yoğurdun o donuk beyaz renginin bana ölümü tedai ettirişi, bu eski elbiseleri ve kederli bakışlarıyla hayalime asılan adamların hep ortayaşın üzerinde oluşları bana aslında başka birşeyden sirayet ediyor olsa gerek… Bu kabuldeki asıl unsur herhalde 60’lı yıllar oluşu. Zira o yıllar Adnan Menderes’in acıklı sonunun hatırası daha çok tazedir. O yıllar ve Adnan Menderes… İdamlık gömlek ve kefen… Dondurucu bir beyazlık… Sehpa… Darağacında beyaz bir önlükle sallanan bir adam… Gazete sahifelerinde Adnan Menderes’in idam öncesi çekilen fotoğrafında gördüğüm gözlerdeki o müthiş ifade… Derin bir keder…

** Ah ne yazık bu tenekelerin neyden yapıldığını hatırlamıyorum.

*** Bu çalışma Nusret Özcan’ın “Dünde Kalanlar” isimli yayımlanmamış kitabından alınmıştır.

Yazıyı Paylaş:

Nusret ÖZCAN

Yazar

Dergibi editörü.

İbrahim | 24 Güzel söz; kökü yerde, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer.

Öykü Mahzeni

  • All Posts
  • Öykü Mahzeni
Boşluğa Karşı

5 Ekim 2023/

Felç olunca çekildiği Koşuyolu’ndaki evinde curcuna usulünde segâh şarkısını bestelerken Sadettin Kaynak, bir gece düşünde Karacaoğlan’ı gördü. “Üstad” dedi, ‘incecikten…

Üryan Söylenişler

  • All Posts
  • Üryan Söylenişler
İki. Ağyar Gider Yâr Kalır

3 Mayıs 2021/

“Aldı benüm gönlümi n’oldugum bilimezem Yavı kıldum ben beni isteyüp bulımazam” Yunus Emre Bahar yitikçiler çarşısıdır. Baharda öten her bülbül,…

Röportaj

  • All Posts
  • Röportaj

Kusurlu Yazılar

  • All Posts
  • Kusurlu Yazılar
Hasan Yılmaz

18 Ekim 2017/

Dün şair Hasan Yılmaz‘la beraberdim. Uzun süredir görüşme planları yapıyorduk ve bir türlü bir araya gelemiyorduk. En sonunda “artık emekli…

Edit Template