Hela ilaçlayanlar…
Hela ilaçlayanlar sokağın misafirleri arasında aslında sakalarla birlikte en sessiz olanlardır ve gürültücü sıfatını doğrusu hiç hak etmezler. Belediyenin kimbilir hangi bölümünde belki de geçici olarak çalışıyorlardır. İşleri baharın başlaması ve yazın sona ermesi ile nihayete erer. Kışın hiç kimse yüzlerini görmez. Yaptıkları işin utanç verici birşey olduğunu düşdüklerinden midir nedir bilinmez ama pek konuşmazlar. Çok nadir “İlaç!” diye o da kuru bir seslenişten ibarettir bütün gürültüleri. Aba gibi kalın ve solmuş açık lacivert elbiseler giyerler. Sırtlarında ilaç tüpleri ve ellerinde de bir ince boru. Öyle sessiz sedasız gelirler, avlulara girip doğru helânın olduğu yöne seyirtirlerdi. Helânın kapısını açıp elindeki ince boruyu uzatıp helâyı ilaçlar, dönerken eğer bir çöp tenekesinin üzerinde bir sinek bulutu görürse o çöp tenekesine de ahalinin “mazot” dediği ilaçtan sıkarlardı. Sonra diğer evlere gelirdi sıra. Ne bir söz söylerler ne de bir şey taleb ederlerdi. Zaten kimse de bir şey söylemezdi onlara.
Şarkıcılar, artistçiler
Sokağın başından o günlerin en meşhur şarkısını söyleyen birisinin sesi duyuldu mu özellikle genç kızlar ve çocuklar hareketlenirdi. Çocuklar her satıcıda olduğu gibi çevresini alıverirlerdi bu şarkıcıların. Bu adamlar ellerinde en meşhur şarkı sözlerinin yeraldığı kitapları şarkılar söyleye söyleye sokak sokak gezip satardı. Kitabın kapağında da en meşhur şarkıyı söyleyen şarkıcının renkli bir fotoğrafı olurdu mutlaka. Kitapların haricinde herkesin alabileceği fiata, adi bir kağıda birkaç şarkı sözünün basıldığı ve illa ki o meşhur şarkıcı veya türkücünün fotoğrafı olan parçalar vardı ki; herhalde asıl parayı kazandıkları nesne onlardı. Bu tuhaf adamların çoğu da yine çingene dediğimiz insan kardeşlerimizdi. Coşkulu ve içten bir şekilde bu şarkıların birini bitirir öbürüne başlar ve bütün bir sokağa bu coşkudan bulaştırırdı.
Bu şarkıcılar bu şarkı sözü kağıtlarının ve kitaplarının yanı sıra bir de o dönemin sinema sanatçılarının (artistlerinin) kartpostallarını (o zamanki tabiriyle tebriklerini) satarlardı. Belgin Doruk, Cüneyt Arkın, Türkan Şoray, Eşref Kolçak, Orhan Günşiray, Kartal Tibet, Ayhan Işık, Filiz Akın, Ediz Hun, Suzan Avcı, Yılmaz Köksal, Yılmaz Güney, v.s. v.s. Ha! Bir de erkek çocuklarının rağbet ettiği dönemin ünlü futbolcularının kartpostalları… Hatta o dönem afiş denilen posterleri…
Genç kızlar şarkıcının sesini duyunca, odada ise sofaya, sofada ise bahçeye çıkar ve o şarkıyı dinlerdi. Bazen annelerinden gizli erkek kardeşlerini koşturup o şarkı sözü olan kağıtlardan aldırıp ve saklardı. Ama en çok sinema artistlerinin kartpostalları alınır, defter ve kitap aralarında saklanırdı. Sonra da bir araya geldiklerinde o fotoğraflara bakıp bakıp fısıl fısıl ne konuşurlardı hiç bilmem.
Destancılar
Sokak, şarkıcı ve artistçinin gürültüsünden sonra bir müddet bu şarkı türkü yazan kağıtlardan okunan şarkı türkülerle çalkalanır ve sesler yavaş yavaş kesilirdi. İşte bu sessizlikte birden çatallı bir ses kuvvetlice yükselirdi.
“Sivas’ta…. der ve bir süre durur ve diğer sözleri de aynı duraklamalarla tekrar ederdi.
Öz çocuklarını ve karısını uyurken…
Ekmek bıçağı ile kesen…
Katil babanın destanını okumaya devam ediyoruz…”
Boynuna astığı, siyah bir kılıf içindeki iri bir teypten bozuk bir Türkçe ve bozuk bir cümle yapısı ile ağır ağır tekrarlanan bu sözlerin ardından sıtma görmemiş bir sesle aşık destanı okumaya başlar. Kendine has bir musıkî ile okunan bu destanlarda herhangi bir saz kullanılmaz.
Taze dalmış idim tatlı uykuma…
Zalim kocam girdi anam kanıma…
Kıydı göz önünde oğul ile kızıma…
Döktü al kanların insaf etmedi…
Aldı canlarını heder eyledi…
Hep aşık ünvanı taşıyan destancılar bu girişten sonra teyplerinin düğmelerine basar ve bir müddet sessizce durur… Bu sözler bütün bir mahallenin yüreğini yakmıştır ya, şimdi aşık sigarasını vakur bir biçimde tüttüre tüttüre ve üstten bakışlarla onların kapıya, pencereye, tahta perdelere çıkmasını bekler… Gerçekten de bu sözler yeni gelininden, ninesine, hatta aklı eren çocuğuna varıncaya hepsini sokağa döker… Herkesin yüreği bu sözlerle buz gibi olmuş, bütün yüzlere bir üzüntü çökmüştür… Aşık etrafı şöyle büyüklene büyüklene bir süzer sonra yine gayet havalı bir şekilde destanın devamı için düğmeye dokunur. Daha sonraki kısım daha yürek paralayıcıdır. Teyp çaladursun, aşık; nedense çok adi bir saman kağıdına, berbat bir şekilde tabedilmiş, genellikle mavi veya kırmızı bir matbaa mürekkebiyle destanın sözleri, destana konu olan kişilerin belli belirsiz fotoğrafları ve sonuna da kendi fotoğrafı olan destan tomarını şöyle bir düzeltir ve destanın en acıklı bölümünde teypin düğmesine “çat” diye basar…
“Evet hediyesi 25 kuruş” der. Millet artık yeterince tahrik olmuştur ve evlerden, pencerelerden 25 kuruşluklar uzanmıştır. Sıra ile hiç acele etmeden 25’likler toplanır ve karşılığında bu adi saman kağıdına basılı destanlar verilir. Bu destanlar bir gazete sahifesinin ancak yarısı kadar bir ebattaydı ve baskıları da çamur gibiydi.
Kadınlar kızlar bu destan kağıtlarında yazılan şeyleri dizlerine, göğüslerine vura vura kahırlanarak okur veya okuturlardı. Destanda geçen sözlere göre hikâyeyi tamamlarlar ve ortalığı bir gözyaşı seli alırdı. Okuma yazma bilmeyen kadınlar, okutacak birilerini bulur ve ağır ağır okumasını söyler, üzüntüyle dinledikleri bu destanlarda katil babalara beddualar eder, zavallı insanlara yazıklanıp yazıklanıp ağlarlardı. Biraraya gelip destan okuyanlar içli içli “Allah kimseye vermesin!” gibi dualarla kurdukları bu hikâyeleri birbirlerine aktarırlardı. Herkes bu hikâyenin bir tarafını tamamlardı. Söz gelimi bir kelimeden adamın kumar da oynadığı çıkarılır, diğer bir kelimeden öldürülen kadının hem yetim hem öksüz olduğu belirtilirdi.
Bu destancı aşıklar herhalde bunları gazetelerdeki cinayet haberlerini okuyup yazıyorlardı. Zira bu destanların hemen hepsi cinayetle ilgili olurdu. Destancılar kadın kız ağlamalarının arasında bir başka sokağın kadınını kızını ağlatmak üzere ayrılırdı sokaktan.
Biblocular
Ellerinde alçıdan mamul ve albenili renklerle boyanmış kedi, köpek, tavşan, horoz veya dans eden kız, koyun otlatan çoban heykelcikleri ile sokağa giren biblocu çevresinde sadece birkaç çocuk bulur. Bir iki kere bağırsa da kimse oralı olmaz. Bahçe taşlıklarında oturmuş gözü yaşlı kadınlar derin bir kederle halâ destanın havasını üzerinden atamamıştır. Kimsenin evinde özellikle büfe veya konsolunun üzerine koyacağı böyle bir bibloya dönüp bakacak hali yoktur. O yüzden de bu sokakta pek satış şansı kalmamıştır. Gerçi her sokakta onun ticaretini engelleyen mazbut aileler yok değildir ama o yine de bu işi sürdürmektedir. Bu hayvan ve insan heykelciklerini dinî sebeplerden dolayı evlerine koymayan insanlar ona kızar. “Günah günah! Günaha girme! Başka iş yap! Rûzu mahşerde Allah can ver bakalım o sattığın şeylere derse ne yaparsın” diye nasihat de alır zaman zaman ama o bunlara aldırmaz, “Ekmek parası kazanıyorum neresi günah!” der. Fakat şimdi kötü bir zamanda gelmiştir biblocu. Oysa biraz erken gelse belki de birkaç parça satabileceği sokak derin bir yasa bürünmüştür. İçinden destancıya hayıfla söylenerek gider.
Gündönerken…
Destancının getirdiği hüzünlü hava bir vakit sokağı meşgul eder. Epey bir ağlayıp sızladıktan sonra gözler tülbentlere kurulanarak, içler çekilerek evlere girilir. İkindi güneşinin gölgelemeye başladığı sokak ağır ağır akşama hazırlanırdı. Kuruyan çamaşırlar toplanıp katlanır, öğle bulaşıkları varsa çabucak yıkanır ve daha sonra diğer işlere geçilir. Akşam yemeği için eksikler tedarik edilir. Sökükler dikilmeye, yırtıklar yamanmaya, danteller örülmeye, oya ve nakışlar işlenmeye başlayınca az önceki kasvetli hava dağılıverir; kadınlar bir yandan işlerini görürken, her evin avlusunda, bahçeden bahçeye uzayan konuşmalarla ayrı bir fasıl açarlar.
– Kız Mürvet abla! Sabiha abla gelini Mücellâ’yı ne zaman almıştı?
– Kurbandan sonra… Ne oldu ki?
– Hiiç! Nezaket hamileymiş de…
– Hangi Nezaket?
– Canım şu Hulûsi Beylerin gelini.
– Öyle miii? Maşaallah! Eee?
– Eeesi var mı Mürvet abla? Mücellâ ondan eski…
– Olsun yavrum! O’nun da olur İnşaallah! Gülten’in de geç olduydu.
Bu tür konuşmalarla mahallede olup biteni bir güzel birbirlerine aktarırlar ve sonra ellerindeki işlerle artık hangi kapı önü veya hangi avlu ise tekrar bir araya gelirler.
Elbise diken elindeki dikişiyle, kanaviçe işleyeni kasnağıyla, dantel öreni tığı ve yumağıyla öbekteki yerini alır ve arı oğulu gibi uğul uğul eller ve çeneler çalışır. Birçok ağızdan genç kızlara nasihatler edilir, yeni gelinlere tavsiyelerde bulunulur, dertler paylaşılır, yardımlaşılır, yapılacak müşterek işler kararlaştırılır.
Çocuklar; o en hür varlıklar, boydan boya bütün bir sokağı bir oyun alanına çevirmişlerdir bile. Bir köşede seksek oynayan, ip atlayan kızlar, öbür tarafta birdirbir, uzun eşek veya bir başka oyunla meşgul çocukların gürültüleri alçalıp yükselerek dalga dalga yayılır da kimsecikler rahatsız olmaz. Erkek çocukları, kızların “Aç kapıyı bezirgân başı” tekerlemesiyle oynadıkları oyundan nasıl bir zevk aldıklarını bir türlü anlayamaz; onlarla dalga geçer, ip atlayanların iplerine girip onları huzursuz ettikten sonra muzip muzip kaçar; kızlar hep bir ağızdan çıkışır, fakat bu; oyun için her iki tarafı da tahrik eder. Ama iş bu kadarla kalsa iyi. Aynı haylaz takımı bu sefer de gider, seksek oynayan kızların seksek çizgilerini bozar. Kızlardan “erkek gibi” olanı bu yaramazı kovalar, eğer yetişirse bir iki tane de yapıştırır. Aslında bundan hem oyunları bozulan kızlar hem de erkek çocukları gizli bir zevk alır. Bu bir iki hırlaşmadan sonra yeni oyunlar kurulup herşey unutulur. Zaman zaman da kız erkek karışık olarak yakar top, tilki tilki saatin kaç, tombik (bazı semtlere göre bu oyunun adı 9 taştır) gibi oyunlar da oynanır ve asıl hır o zaman çıkar. Eğer kızlardan bazıları özellikle yakar top ve tombik gibi oyunlarda erkeklere taş çıkartacak kadar başarılı olursa bu her nedense erkekler tarafından kıskanılır ve mızıkmalar başgösterir ve gerek mızıkan gerek diğerleri güçbela yatıştırılır. Bu “mızıkma” tabiri, oyunbozancılık etme anlamına kullanılır ve mızıkmayı alışkanlık haline getirenlerden oyun öncesi mızıkmayacağına dair sözler alınır. O da kendini bilir ama bu sözü de verir.
Oyundan hiç anlamadıkları halde büyüklerin oyununa dahil olmak isteyen küçücükler ise, erkek olsun kız olsun, büyüklerin oyununa fasulyeden (yalancıktan) alınır ve hep idare edilir. Bir süre sonra sıkılıp kendiliğinden bırakacağı bilinir.
Bu oyunlar devam ederken gelen bir saka, hem kadınların hem de çocukların huzurunu bozuverir. Serbestçe oturan kadınlar derhal örtülerine sarılır, çocuklar da oyunun arada kesilmesine kızar. Ama sakanın işi uzun sürmez, çekip gidince herşey kaldığı yerden devam eder. Tâ ki kalaycı gelene kadar.